23 Haziran 2020 Salı

ANALİTİK PSİKOLOJİ

CARL GUSTAV JUNG
Psikanaliz alanındaki çalışmalarıyla bir asra damgasını
vuran Freud terapinin amacının bilinçaltını bilinçli hale
getirmek söylemişti. Ve bir teorisyen olarak bunu
çalışmalarının baş hedefi yaptı. Fakat aynı zamanda
bilinçaltını pek de hoş bir şey olarak algılamamamıza yol
açtı; burası yanan arzuların , kötü huylar ve cinsel
tutkuların derin çukuru, korkulu deneyimlerin gömüldüğü
bir yerdi. Bu haliyle bilinç yüzeyine çıkarmak
isteyeceğimiz bir şey değildi.

Onun genç çalışma arkadaşlarından Carl Gustav Jung ise
içimizdeki bu uzayı araştırmayı hayatının ve
çalışmalarının amacı yapacaktı. Jung Freudyen teoriyle
güçlenmiş temelinin yanında mitoloji, din ve felsefe
alanlarında derin bir bilgiye sahipti. Özellikle Siyonizm,
Kimya, Kabala ve Hinduizm ve Budizm’deki benzerleri
gibi karmaşık mistik geleneklerin sembollemeleri
konusunda oldukça bilgiliydi.

Jung ayrıca rüyalar ve zaman zaman görüntülerle ileriyi
algılama kapasitesine sahipti. 1913 sonbaharında dev bir
selin Avrupanın büyük bir bölümünü içine alarak doğduğu
yer olan İsviçre’nin dağlarında durduğu hayalini gördü.

Yüzlerce insan sularda boğuluyor ve medeniyet
yıkılıyordu. Ardından sular kana dönüşüyordu. Bu
görüntüyü daha sonraki haftalarda sonsuz kışın, kandan
nehirlerin rüyaları takip etti. Jung bunun bir psikoza
dönüştüğünden endişe etmeye başlamıştı.

Aynı yılın Ağustos’unda 1. Dünya Savaşı başladı. Jung bir
bağlantı olduğunu hissetti; bir birey olarak kendisi ve
genel anlamda insanlık arasında açıklanamayan bir tür
bağlantı vardı. Jung o tarihten 1928’e kadar, daha sonraki
tüm teorilerinin temelini oluşturacak ve bir bakıma acı
veren bir benliğini arama sürecine girecekti.
Jung tüm rüyalarını, fantazilerini, hayallerini dikkatlice
kaydetmiş; ayrıca onları çizerek, resmederek ve
heykellerini yaparak göz önüne sermiştir. Deneyimlerinin
kendilerini kişileştirme eğiliminde olduklarını gören Jung,
bu keşfinin sonunda yaşlı bir bilgin ve onun yanındaki
küçük bir kızla karşılaşmıştır. Yaşlı bilgin bir dizi rüyadan
sonra bir tür ruhsal rehber haline dönüşmüş; küçük kız ise
dişi ruh “anima”yı temsil ederek onun biliçaltının
derinlikleriyle iletişime geçmesinde temel araç olmuştur.
Jung’un anlatımıyla bilinçaltının kapısında derimsi
kahverengi bir cüce bekliyordu. Bu, Jung’un egosunun
ilkel yoldaşı “gölge” idi. Jung rüyasında kendisinin ve
cücenin “Siegfried” adını verdiği sarışın güzel bir genç

kızı öldürdüğünü gördü. Jung’a göre bu, bir süre sonra tüm
Avrupada derin bir üzüntü yaratacak zafer ve kahramanlık
düşkünlüğünün tehlikelerine işaret eden bir uyarıydı –aynı
zamanda da kendisinin Sigmund Freud’u
kahramanlaştırma eğiliminin tehlikeleri hakkında bir
uyarı!
Jung ölüler ile ilgili de pek çok rüya gördü; ölüler, ölülerin
toprakları ve ölülerin yükselişi hakkında. Bunlar
tamamıyla bilinçaltını temsil ediyordu –Bu Freud’un
üstünde fazlaca durduğu nispeten “küçük” kişisel bilinçaltı
değil, tüm insanlığın kollektif bilinçaltıydı ve tüm ölüleri,
kişisel hayaletlerimiz de dahil, kapsayabilirdi. Eğer
mitolojiyi, geçmişi yeniden anımsayabilirsek, bu
hayaletleri de anlayabilecek, ölülerden huzursuz
olmayacak ve zihinsel hastalıklarımızı iyileştirebilecektik.
Jung’u eleştirenler basitçe Jung’un kendisinin de tüm
bunlar olurken hasta olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat
Jung’a göre ormanı anlamak istiyorsanız, yalnızca kıyıda
bir ileri bir geri gezinmekle yetinemezsiniz. Ona
yaklaşmalı ve içine girmelisiniz, ne kadar tuhaf ve
ürkütücü görünürse görünsün...

Eşzamanlılık –Jung’un Gerçekliğe Yanıtı
Bilim Çağının prensi olarak bilinen ünlü düşünür Carl

Gustav Jung, çalışmalarıyla entellektüel dünyanın devi
haline gelmiştir. Jung, analitik psikanalizin kurucusu
olarak kabul edilmektedir. Freud’un yakın bir çalışma
arkadaşı olan Jung 1914’te ondan bağımsız olarak kendi
analitik psikoloji ekolünü oluşturmuştur. Jung’un kurum
testleri, ESP, öngörü, nedensel astrolojik kesişimlerin
bağladığı “anlamlı rastlantılar” üzerindeki çalışmalarından
elde ettiği bilgiden aldığı ilham, ümit verici ama
tamamlanmamış istatistiki verilerden güç alan ipuçlarıyla
birleşince bu, bir kollektif bilinçaltı teorisinin gelişmesini
sağlamakla kalmamış aynı zamanda kültürel araştırmalar,
özellikle mitoloji ve din üzerine yapılan çalışmalar
üzerinde önemli etkiler doğurmuştur.

Jung her ne kadar bilimselliğin gücüne inanıyor ve gerçeği
bulma yolunda uygulamacı methodları herkes kadar
kullanıyorduysa da, bilimsel anlayışın doğal ve sosyal
dünyaların insan-dışılaştırılmasına yol açtığını söylemiştir.
“Doğal fenomenleri daha önceden olduğu gibi bilinçsizce
kabulleniş kayboldu”. Sorunun temeli ontolojik iddiaların
standart karmaşık kümesinde yatar. Jung, ısrarla zihnin
öğelerinin en az dış dünyada gördüklerimiz kadar gerçek
olduğunu vurgulamıştır; kastettiği şey açıkça ortadadır ve
kimse reddedemez.

1951’de İsviçre’deki Eranos Konferansında verdiği bir

derste, Jung klasik eşzamanlılık olarak gördüğü olaylara
örnekler vermiş ve bunları zihinsel olayların hem
rüyalarda hem de uyanıklık halinde kollektif bilinçaltını
sembolik ve fiziksel varlık eş düzlemlerinde etkilemekle
kalmayıp ondan etkilendiklerine ve çoğu zaman zaman,
uzay ve istatistiki olasılık kavramlarını aştıklarına bir kanıt
olarak göstermiştir.

TEORİ
Jung’un teorisi, insan zihnini 3 bölüme ayırır. Bunlardan
ilki Jung’un bilinçli akıl olarak tanımladığı ego’dur.
Bununla yakından bağlantılı ikinci bölüm ise kişisel
bilinçaltıdır ve o an için bilinç düzeyinde olmayan ama
bilinç düzeyine çıkabilecek herşeyi içerir. Kişisel bilinçaltı
pek çok kişinin algıladığı bilinçaltı şekline benzer; akla
kolayca getirilebilecek olan anıları ve bastırılmış olan
diğerlerini kapsar. Ama içgüdüler, Freud teorisinin aksine,
bunun dışındadır.

Jung’un insan zihni hakkındaki teorisine eklediği üçüncü
bölüm aynı zamanda teorisini diğerlerinden çarpıcı bir
biçimde ayırır; kollektif bilinçaltı. Bunu ruhsal kalıtım
olarak da adlandırabiliriz. Burası bir tür olarak edindiğimiz
tüm deneyimlerin depolandığı yerdir; hepimiz bu bilgiyle
doğarız. Yine de hiçbir zaman doğrudan bunun bilincinde

olamayız. Burası tüm deneyimlerimizi ve davranışlarımızı
etkiler, en çok da duygusal olanları. Fakat biz bunu ancak
dolaylı olarak, etkilerini görerek anlayabiliriz.
Kollektif bilinçaltının etkilerini diğerlerinden çok daha
açık bir şekilde gösteren bazı deneyimler vardır: İlk
görüşte aşk, deja vu (o anı daha önce yaşamışsınız hissi)
ve birtakım sembolleri ve bazı mitlerin anlamını hemen
farketme gibi deneyimlerin tümü dış gerçekliğimizin
kollektif bilinçaltıyla ani kesişimi olarak düşünülebilir.
Daha geniş anlamda düşündüğümüzde, tüm dünyadaki ve
tüm zamanlardaki sanatçı ve müzisyenlerin paylaştığı
yaratıcı deneyimler, tüm dinlerdeki mistiklerin ruhsal
deneyimleri ya da rüyalardaki, fantazilerdeki,
mitolojilerdeki, peri masallarındaki ve edebiyattaki
parallellikler kollektif bilinçaltına birer örnektir.

Buna güzel ve son zamanlarda oldukça tartışılan bir örnek
de ölüme yaklaşma deneyimleridir. Ölüme oldukça
yaklaştıktan sonra hayata döndürülen pek çok farklı
kültürel altyapıya sahip bir çok insan birbirine oldukça
benzeyen deneyimlerden söz etmiştir; bedenlerini terk
ettiklerinden, bedenlerini ve onları çevreleyen olayları net
olarak gördüklerinden, ucunda parlak bir ışık olan uzun bir
tünele itildiklerinden ve kaybettikleri yakınlarının ya da
dinsel figürlerin onları beklediğinden ve bu mutlu anı
yaşarken bedenlerine geri dönmekten duydukları düş

kırıklığından bahsetmişlerdir. -Belki de hepimiz ölümü bu

biçimde deneyimlemek üzere yapıldık-
Arketipler

Kollektif bilinçaltını oluşturan öğelere arketipler –
modeller- adı verilir. Jung onları dominantlar, mitolojik ya
da ilkel figürler olarak da adlandırmıştır. Bir arketip, bir
şeyi belirli bir yolla deneyimlemeye yönelik öğretilmemiş
bir eğilimdir.
Arketipin kendine has bir biçimi yoktur, ama gördüğümüz
ya da yaptığımız şeyler üzerinde “düzenleyici bir ilke”
rolünü üstlenir. İşleyişi Freud’un teorisindeki içgüdülerin
işleyişiyle aynıdır: Bir bebek başlangıçta sadece yiyecek
bir şeyler ister, istediğinin ne olduğunu bilmez. Yine de
içinde belli şeylerle tatmin edilip bazılarıyla edilemeyecek
belli belirsiz bir arzu vardır. Büyüyen çocuk ise tecrübeyle
birlikte açken çok daha belirgin bir şey istemeye başlar; bir
şişe, bir kurabiye, ya da mantarlı pizza gibi..

Bir arketip uzaydaki bir kara deliğe benzer; orada
olduğunu yalnızca içine çektiği madde ve ışık sayesinde
anlayabilirsiniz.

Anne Arketipi
Atalarımızın hepsininin anneleri vardı. İçinde ya bir anne
ya da anne yerine geçen bir figürün yer aldığı bir ortamda
yetiştik. Güçsüz bebeklerken bizi besleyen kişi ile bağımız
olmaksızın yaşayamazdık. Bu da bizim bu evrimsel ortamı
yansıtacak şekilde “tasarlandığımız” sonucunu doğuruyor:
bir anne istemeye, onu aramaya, tanımaya, onunla
ilgilenmeye hazır olarak dünyaya geldik.

Bu yüzden anne arketipi belli bir tür ilişkiyi, “annelik”
ilişkisini tanımamızı sağlayan doğuştan gelen bir
yeteneğimiz. Jung , bu konunun biraz soyut olduğunu ve
bu arketipi dünyada, belirli bir kişi üzerinde –çoğunlukla
kendi annelerimiz- yansıtma eğiliminde olduğumuzu
söyler. Çevrede bu arketipi yansıtacak belli bir kişi
bulunmadığında bile, bu arketipi kişiselleştirerek bir
mitolojik “roman” karakteri haline dönüştürmeye çalışırız.
Bu karakter, arketipi sembolize etmektedir.
Anne arketipi ilkel ana ya da mitolojideki toprak ana ile
sembolize edilir; batı inanışlarında Havva ve Meryemle,
ve kilise, ulus, veya bir orman ya da okyanus gibi daha
kişisel sembollerle. Jung’a göre, zihnindeki anne
arketipinin ihtiyaçları gerçek annesi tarafından
karşılanamayan bir kişi ileriki yaşamında kilisede huzur
aramaya veya kendini anavatanıyla özdeşleştirmeye,

Meryem ana figürünü imgelemeye ya da denizde yaşamı
seçmeye eğilim duyacaktır.

Mana
Öncelikle şu anlaşılmalıdır ki, bu arketipler, Freud’un
içgüdüleri gibi biyolojik değillerdir. Daha çok ruhsal
isteklerdir. Örneğin, eğer rüyanızda uzun cisimler
gördüyseniz, Freud bunların phallus’u ve nihayetinde seksi
sembolize ettiği yorumunu yapabilir. Fakat Jung’un çok
daha farklı bir bakış açısı vardır. Ona göre açıkça bir penis
gördüğümüz rüyalar bile doyurulmamış bir seks
ihtiyacından daha farklı şeylere işaret ediyor olabilir.

İlkel topluluklardaki phallic sembolerin doğrudan seksle
ilgili olup olmadıkları şüphelidir. Bunlar genellikle
mana’yı, yani ruhsal gücü sembolize ederler. Bu semboller
özel zamanlarda canlandırılarak toprağı bereketlendirmek,
mahsulleri ya da balıkları artırmak veya birini iyileştirmek
için çağrılmaktadırlar. Penis ve güç, semen ve tohum,
gübre ve bereket arasındaki bağlantı bir çok kültür
tarafından anlaşılmıştır.

Gölge

Seks ve yaşam içgüdüleri Jung’un sisteminde de genel
olarak temsil edilmektedir. Onlar Jung’un gölge adını
verdiği arketipin bir parçasıdır. İhtiyaçlarımızın hayatta
kalma ve üreme içgüdüleriyle sınırlı olduğu, kendimizin
bilincinde olmadığımız ilkel insandan, “hayvan”
geçmişimizden gelen bir parça.

Gölge, egonun karanlık yüzüdür; potansiyel kötülüğümüz
genelde burada saklanmaktadır. Gerçekte gölgenin bir etiği
yoktur; iyi ya da kötü değildir, tıpkı hayvanlardaki gibi.
Bir hayvan yavrularını şefkatle sevme ve avlarını yiyecek
için vahşice öldürme yeteneklerine sahiptir. Ama ikisini de
yapmayı seçmez. Ne isterse onu yapar. O “masumdur.”
Fakat bizim insani bakış açımızdan, hayvanların dünyası
vahşi ve acımasız görünür, bu yüzden de gölge,
kişiliğimizin itiraf edemediğimiz yanlarının saklandığı bir
çöp kutusu haline gelir.

Gölgenin sembolleri, yılan, ejderha, canavarlar ve
şeytanlardır. Gölge çoğu zaman bir mağaranın ya da su
dolu bir havuzun; kollektif bilincin girişinde bizi bekler.
Bir daha rüyanızda şeytanla mücadele ettiğinizi
gördüğünüzde fark edeceksinizdir ki mücadele ettiğiniz
yalnızca kendinizdir.

Persona
Persona sosyal görüntümüzü temsil eder. Persona sözcüğü
person –kişi ve personality –kişilik sözcükleriyle
bağlantılıdır ve Latincede maske anlamına gelen mask
sözcüğünden gelmektedir. Persona kendinizi dış dünyaya
göstermeden önce taktığınız maskedir. Her ne kadar bir
arketip gibi başlasa da, onun farkına vardıktan sonra
kollektif bilinçaltından en uzak olan yanımız olduğunu
görürüz.

Bu en iyi haliyle, toplumun bizden istediği rolleri yerine
getirirken hepimizin vermek istediği “iyi imaj”dır. Fakat
bu aynı zamanda insanların düşüncelerini ve davranışlarını
yönlendirmek için kullandığımız “yanlış imaj” da olabilir.
En kötüsü de bunu asıl doğamız zannedebilmemizdir.
Bazen nasıl görünmek istiyorsak öyle olduğumuza
inanırız.

Anima ve animus
Hayatta oynamak zorunda olduğumuz dişi ya da erkil rol
kişiliğimizin –persona’nın bir parçasını oluşturur. Pek çok
insan için bu rol fiziksel cinsiyetleriyle belirlenmektedir.
Fakat Jung da Freud, Adler ve diğerleri gibi, biseksüel bir
doğaya sahip olduğumuzu hissetmiştir. Yaşamımıza bir

fetus olarak başladığımızda, farklılaşmamış cinsel
organlara sahiptik; bunlar ancak zamanla ve çeşitli
hormonların etkisiyle dişi ya da erkek halini almıştır. Aynı
şekilde bir bebek olarak sosyal yaşamımıza
başladığımızda, sosyal açıdan ne erkek ne de dişiydik.
Fakat neredeyse eşzamanlı olarak -pembe ve mavi
kurdelalar gibi şeylerle – bizi yavaş yavaş erkeğe ya da
kadına dönüştüren toplumun etkisine girmişizdir.

Tüm toplumlarda erkek ve kadın rollerinden beklentiler
farklıdır; bu genellikle üremedeki farklı rollerimizi temel
alır, fakat çoğu zaman tamamen geleneksel bir çok detayı
da içerir. Günümüz toplumunda, hala bu geleneksel
beklentilerin izlerini taşırız. Kadınların hala daha şefkatli
ve daha az agresif olmaları, erkeklerin ise hala güçlü ve
duygusal açıdan dayanıklı olmaları beklenir. Jung’a göre
bu beklentiler bizim potansiyelimizin ancak yarısını
geliştirebildiğimizi gösterir.

Anima, erkeklerin kollektif bilinçaltındaki dişi yanı,
animus ise kadınların kollektif bilinçaltındaki erkil yanı
temsil etmektedir. İkisi birlikte “syzygy” olarak
adlandırılır. Anima anlık ve sezgisel davranan genç bir kız,
ya da bir cadı veya toprak ana olarak kişileştirilebilir.
Genellikle derin duygusallık ve hayatın gücüyle
bağdaştırılır. Animus yaşlı, bilge bir adam, bir sihirbaz, ya

da çoğu zaman birden çok erkek olarak kişileştirilebilir ve
bu figür genelde mantıklı, gerçekçi ve hatta tartışmacıdır.

Anima ya da animus genel anlamda kollektif bilinçaltıyla
iletişim kurmamızı sağlayan arketiptir. Aynı zamanda aşk
yaşamımızın büyük bir bölümünden de sorumludur. Biz,
bir antik Yunan efsanesinde söylenildiği gibi, karşı cinste
diğer yarımızı, Tanrıların bizden aldığı diğer yarıyı, ararız.
İlk görüşte aşık olduğumuzda bu, zihnimizdeki anima ya
da animus arketipine oldukça uyan biriyle karşılaştık
demektir.

Diğer arketipler
Jung, arketiplerin basitçe listeleyip ezberleyebileceğimiz
belli gruplara ayrılmadığını ve sabit bir sayılarının
olmadığını söylemiştir. Bunlar içiçedir ve gerektiğinde
birbirleri içinde kolaylıkla eriyebilirler ve mantıkları
geleneksel türde değildir. Yine de Jung diğer belirgin
arketiplere şu örnekleri vermiştir:

Annenin yanında başka aile arketipleri de vardır. Baba,
genellikle bir rehber ya da bir otorite figürü olarak
sembolize edilir. Ayrıca, aile arketipi de vardır. Bu, kan
bağını ve bilinçli nedenlerden daha derinlere inen bağları

temsil etmektedir.

Ve çocuk; mitoloji ve sanatta çocuklarla, özellikle bebekler
ve diğer küçük yaratıklarla temsil edilmiştir. Çocuk,
geleceği, oluşu, yeniden doğuşu ve kurtuluşu sembolize
eder. Batılılar kış dönümündeki Noelde İsanın doğuşunu
kutlarken, bu dönem, güneşin kendilerine yeniden
dönüşünü kutlayan kuzeydeki ilkel kültürler için de
geleceği ve yeniden doğuşu temsil eder. Çocuk arketipi
çoğu zaman diğer arketiplerle karışarak çocuk-tanrıya ya
da çocuk-kahramana dönüşür

Çoğu arketip öykü karakteridir. Kahraman bunların
başlıcalarındandır. O mana –güç kişiliğidir ve kötü
ejderhaları yenen kişidir. O, temelde –bizim öykünün
kahramanı olarak sembolleştirdiğimiz- egoyu simgeler ve
zamanının çoğunda ejederhalar ve canavarlar kılığına
bürünen gölgelerle savaşır. Ne yazık ki kahraman, bir
pozisyon olarak seçilebilmek için fazlaca saftır. Sonuçta o,
kollektif bilince giden yollara dikkat vermez.

Kahraman, sık sık bakireyi kurtarmak için yola çıkar. O,
saflığı, masumiyeti ve tecrübesizliği temsil etmektedir.
Kahramana yolunda yaşlı, bilge adam rehberlik eder. O
animusun bir biçimidir ve kahramana kollektif bilincin

doğasını gösterir. Karanlık baba arketipi ise gölgeyi, gücün
karanlık yüzünün hakimini simgeler. Ayrıca bir hayvan
arketipi de vardır; insanlığın hayvan dünyasıyla ilişkilerini
temsil etmektedir. Kahramanın sadık atı buna bir örnek
olabilir, yılanlar da çoğu zaman hayvan arketipinin
sembolü olmuşlardır ve oldukça zeki oldukları düşünülür.
Sonuçta hayvanlar doğalarına bizden çok daha yakınlardır.

Hakkında konuşulması daha güç bazı arketipler de vardır.
İlk adam bunlardan biridir ve batı dininde Adem’le
sembolize edilir. Bir diğeri Tanrı arketipidir; evreni
anlamaya, olanlara bir anlam vermeye, herşeyi bir amacı
ve bir yönü varmış gibi görmeye olan ihtiyacımızı gösterir.

Hermafrodit, hem dişi hem erkek, karşıtlıkların birleşimini
temsil eder. Tüm arketiplerin en önemlisi ise benliktir.
Benlik kişiliğin nihayi birliğidir ve çember, haç ve Jung’un
da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle
sembollenmiştir. Mandala, meditasyonda, dikkati
merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir; bu
bir geometrik figür gibi olabileceği gibi renkli camdan bir
pencere de olabilir. Benliği en iyi temsil eden
kişiliklendirmeler mükemmelliğe ulaştıklarına inanılan İsa
ve Buda gibi figürler olmasına rağmen, Jung
mükemmelliğe gerçek anlamda ancak ölüm anında
ulaşılabileceğini düşünmektedir.

İnsan aklının dinamikleri
Zihnin bileşenlerinden onların işleme ilkelerine gelelim.
Jung, bize 3 temel ilke sunmuştur. Bunlardan ilki
Karşıtlıklar İlkesi’dir. Her istek hemen bir karşıtına da
işaret eder. Örneğin, eğer içimde iyi bir düşünce varsa,
derinlerde başka bir yerde karşıt bir kötü düşünce
bulunmaktadır. Aslında temel nokta şudur: İyilik
anlayışına sahip olabilmem için, bir kötülük anlayışım da
olması gerekir, tıpkı yükselişlerin düşüşler olmadan,
siyahın beyaz olmadan varolamayacağı gibi.

Jung’a göre, zihnin gücünü (ya da libidosunu) yaratan
karşıtlıklardır. Bu bir pilin artı ve eksi uçlarına ya da bir
atomun bölünüşüne benzer. Enerjiyi yaratan zıtlıklardır;
güçlü bir zıtlık güçlü enerji, zayıf bir zıtlık zayıf enerji
ortaya çıkarır.

İkinci ilke, Eşitlik İlkesidir. Zıtlıktan doğan enerji her iki
tarafa da eşit bir şekilde dağıtılır. Buna örnek olarak 10-11
yaşlarında başımdan geçen bir olayı anlatayım. O yıllarda
zaman zaman yaralanmış, kötü durumdaki orman
hayvanlarını iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat korkarım
bunu yaparken sık sık onlara daha çok zarar vermiştim. Bir

keresinde yavru bir kuşu iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat
onu kaldırırken bir an onu elimle ne kadar kolayca
ezebileceğim düşüncesi aklımdan geçti ve sarsıldım. Bu
düşünceden hiç hoşlanmamıştım, ama düşünce
yadsınamaz biçimde oradaydı. Yani o yavru kuşu elime
aldığımda, ona yardım etmeye yönelik bir enerjim vardı,
ama aynı zamanda içimde onu ezmek için de eşit miktarda
bir enerji vardı. Ben kuşa yardım etmeye çalıştım ve enerji
birtakım davranışlara dönüşerek yardım eylemini
oluşturdu. Peki ya diğer enerji? Ona ne oldu?

Bu, gerçekleştirmediğiniz isteğe karşı tutumunuza bağlıdır.
Eğer bu isteği kabullenir, onunla yüzleşir ve bunun
bilincinde davranırsanız, bu enerji zihninizin genel
anlamda gelişmesini sağlar; diğer bir deyişle büyürsünüz.

Ama bunun yerine, bu kötü isteği hiç bir zaman duymamış
gibi davranırsanız, onu inkar eder ve bastırırsanız, enerji
bir “kompleks” in oluşumunda kullanılacaktır. Kompleks,
bir konu etrafında kümelenen bastırılmış düşünceler ve
duygular paternidir. Eğer bir an için de olsa kuşu ezme
fikrinin aklınızdan geçtiğini inkar ederseniz, bu düşünceyi
gölgenin (karanlık yanınızın) önerdiği bir biçime
sokabilirsiniz. Eğer biri duygusal yanını inkar ediyorsa,
duygusallığı anima –dişi yan- arketipi içinde kendine bir
yer bulabilir.

Sorun işte buradadır: Eğer tüm yaşamınız boyunca
yalnızca iyiymişsiniz gibi davranırsanız –sanki yalan
söylemeye, aldatmaya, çalmaya ve öldürmeye kapasiteniz
yetmiyormuş gibi -, her iyilik yapışınızda diğer yanınız
gölgenin etrafında bir kompleks içine girer. Bu kompleks
kendine göre bir yaşam yaratmaya başlayacak ve sizi ele
geçirecektir. Bir anda kendinizi küçük yavru kuşların
üzerinde zıpladığınız karabasanlar görürken bulabilirsiniz.
Eğer uzun sürerse, kompleks sizi yenebilmekte ve size
sahip olabilmektedir; bu çift kişilik gelişimine kadar
varabilir.

Son ilke, Entropi İlkesidir. Bu, karşıtlıkların bir araya
gelme eğilimidir, böylece enerji azalabilir. Jung bu fikri
fizikten almıştır; entropi tüm fiziksel sistemlerin bir sona
doğru işlemeye olan eğilimine verilen addır, Böylece tüm
enerji düzgün biçimde dağılabilecektir. Örneğin odanın bir
köşesinde bir ısıtıcınız varsa, sonunda tüm oda ısınacaktır.

İnsanlar gençken karşıtlıklar uç noktadadır, bu yüzden
oldukça çok enerjiye sahibizdir. Yaşlandıkça, pek çoğumuz
farklı yönlerimizle daha iyi başa çıkarız. Daha az saf
idealistizdir, ve hepimizin iyi ve kötünün bir karışımı
olduğumuzu fark ederiz. Karşı cins bize daha az tehlikeli

görünür ve giderek androjenleşiriz. Yaşlılıkta kadın ve
erkek fiziksel olarak bile daha çok birbirine benzer.
Karşıtlıklarımızın üzerinde düşünebilme ve benliğimizin

her iki yanını da görme sürecine, “geçiş” transcendence-
adı verilir.

Benlik
Jung'a göre, yaşamın amacı benliği tanımaktır. Benlik, tüm
karşıtlıkların ötesine geçişi ve kişiliğinizin her yönünün
eşit olarak sergilenmesini temsil eder. Artık ne kadın veya
erkek ne ego veya gölge, ne iyi veya kötü ne bilinçli veya
bilinçsizsinizdir, tüm bunları birlikte yaşarsınız. Hem bir
birey, hem de yaratılışın bütünlüğüsünüzdür, ve ikisi de
değil.

Bunu zihniniz için yeni bir merkez, daha dengeli bir
pozisyon olarak düşünebilirsiniz. Gençken, egoya
yoğunlaşır ve kişiliğin önemsiz detayları hakkında
hayıflanırız. İleriki yaşlarda ise, biraz daha derine
odaklanır ve herkese, tüm hayata, hatta evrene daha fazla
yakınlaşırız. Benliğini tanıyan bir kişi daha az bencil
olacaktır.

EŞZAMANLILIK

Kişilik teorisyenleri uzun yıllar psikolojik süreçlerin
mekanizma şeklinde mi yoksa teleoloji yoluyla mı
işlediğini tartışmışlardır. Mekanizma düşüncesine göre,
süreçler neden-sonuç ilişkisiyle işler. Birşey bir diğerine
yolaçar ve diğeri başkasını doğurur, ve bu böyle gider,
böylece şu anı geçmiş belirlemiş olur. Teoloji
düşüncesinde ise gelecekteki bir durum hakkındaki
fikirlerimizle yönlendiriliriz, amaçlar, anlamlar, değerler
gibi şeylerle. Mekanizma determinizm ve doğa
bilimleriyle ilişkilidir. Teoloji ise özgür irade ile
bağlantılıdır.

Psikoloji tarihinde, Freudyenler ve davranış bilimciler
daha çok mekanizmacı olarak, neo-Freudyenler,
hümanistler ve varoluşçular ise teleolojist olarak görülür.
Jung, bunların her ikisinin de rolü olduğuna inanır ve
ayrıca üçüncü bir altenatif daha ekler; eşzamanlılık.

Eşzamanlılık birbirine neden-sonuç ilişkisiyle ya da
teleolojik olarak bağlı olmayan, yine de aralarında anlamlı
bir bağ olan iki olayın gerçekleşmesini anlatır. Jung,
birbiriyle ilgisiz gibi görünen olayların aslında
bilmediğimiz bir bütünün parçaları olduğu için eşzamanlı
meydana geldiğini söylemiş ve haberci rüyaları buna örnek

göstermiştir. İnsanlar zaman zaman rüyalarında birşeyler
görürler, örneğin sevdikleri biriyle ilgili bir olayı ve ertesi
gün gördüklerinin gerçekleşmiş olduğunu görürler. Bazen
bir arkadaşımızı aramak için telefonu kaldırırız ve
arkadaşımızın zaten hatta olduğunu görürüz. Çoğu
psikolog bunları rastlantı olarak adlandıracak ya da
gerçekleşme ihtimallerinin düşündüğümüzden çok daha
fazla olduğunu göstermeye çalışacaktır. Jung ise bunların,
bizim insanlarla ve genel anlamda doğayla kollektif bilinç
yoluyla nasıl bağlandığımızı gösteren işaretler olduğunu
söyler.
Jung kendi dini inançları hakkında pek ipucu vermemiştir.
Yine de eşzamanlılıkla ilgili bu olağandışı düşünce
Hintlilerin gerçekliğe bakış açısıyla kolaylıkla
açıklanabilmektedir. Hint düşüncesine göre, kişisel
egolarımız okyanustaki birer ada gibidir: Oradan kendi
dünyamıza ve birbirimize bakarız ve birbirimizden ayrı
varlıklar olduğumuzu düşünürüz. Göremediğimiz şey ise,
birbirimize suların dibindeki okyanus katı ile bağlı
olduğumuz gerçeğidir.

Hint inanışlarında dış dünyaya maya –ilüzyon- adı verilir
ve Tanrının rüyası ya da Tanrının dansı olarak düşünülür.
Onu yaratan Tanrıdır, fakat kendi başına bir gerçekliği
yoktur. Kişisel egolarımız jivatman, yani kişisel ruhlarımız
olarak tanımlanır. Fakat onlar da ilüzyonun bir parçasıdır.

Gerçekte tek ve bir olan Tanrı Atman’ın birer
uzantısıyızdır; o kimliğini unutarak tamamen ayrı ve
bağımsız olmuş, biz olmuştur. Fakat hiçbir zaman
tamamıyla ayrı değilizdir. Öldüğümüzde uyanır ve
başlangıçta kim olduğumuzu fark ederiz: tanrı.

Hayal kurduğumuzda ya da meditasyon yaptığımızda
kişisel bilincimizin derinliklerine iner, gerçek benliğimize,
kollektif bilince gittikçe daha çok yakınlaşırız. Bu ruh hali
içindeyken, diğer egolarla –diğerleriyle iletişime de
özellikle açığızdır.

Eşzamanlılık Jung’un teorisini nadir teorilerden biri haline
getirmiştir; eşzamanlılık sadece parapsikolojik
fenomenlerin üstünde değildir, aynı zamanda onları
açıklamaya çalışmaktadır.

Biyografi
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’de küçük
bir köy olan Kessewill’de doğdu. İyi bir eğitime sahip
geniş bir aile ile çevriliydi, aralarında bir kaç rahip ve
aykırı sayılabilecek kişiler de vardı.

6 yaşında Latince öğrenmeye başlayan Jung’un dil bilime
ve edebiyata, özellikle antik edebiyata derin bir ilgisi
vardı. Jung, pek çok modern Avrupa dilinin yanı sıra Eski
Hint kutsal kitaplarının dili olan Sanskritçe de dahil bir
çok eski dilde yazılan yazıları okuyabiliyordu.

İlk kariyer seçimi arkeoloji olmasına rağmen, Basel

Üniversitesinde Tıp okuyan Jung, ünlü nörolog Krafft-
Ebing’le çalışırken kariyerine psikyatride devam etmeye

karar verdi.

Mezuniyetinin ardından Zürih’teki Burghoeltzli Akıl
Hastanesinde görev alan Jung, burada şizofreni uzmanı (ve
şizofreninin isim babası) Eugene Bleuler ile birlikte çalıştı.
Bir Freud hayranı olan Jung, onunla 1907’de Viyana’da
tanıştı. Anlatılanlara göre, tanıştıktan sonra Freud o gün
için tüm randevularını iptal etmiş ve birlikte 13 saat
boyunca duramadan konuşmuşlar. Freud sonunda Jung’u
psikoanalizin prensi ve kendi mirasçısı olarak görmeye
başlamıştı.

Fakat Jung hiçbir zaman için Freud teorisini tamamen
benimsemedi. Aralarındaki ilişki 1909’da Amerikaya
yaptıkları bir gezi sırasında soğuklaşmaya başladı.

Birinci Dünya Savaşı Jung için oldukça acı veren bir
kişilik testi dönemi olmuştur. Bu aynı zamanda, dünyanın
şimdiye kadar gördüğü kişiliğe dair en ilginç teorilerden
birinin de başlangıcını oluşturur.

Savaştan sonra Jung bir çok yer gezdi; Afrikadaki,
Amerikadaki ve Hindistandaki kavimleri inceledi. 1946’da
emekli oldu ve 1955’de eşinin ölümünden sonra gözlerden
uzak yaşadı. 6 Haziran 1961’de Zürih’te öldü.

Kaynak: Dr. C. George Boeree

YALNIZLIK MUHATAP İSTER

CENGİZ AYDOĞDU
Öte yandan fikir ve düşünce söz konusu olduğunda ise
geleneksellik veya devamlılık diye bir şey yoktur; sadece
doğru düşünmek diye bir şey vardır. Doğru düşündüğünde
geleneksel olursun, devama riayet edersiniz; çünkü
hakikate intisap edersin. Bu anlamda hakikat, devamlılığı
da geleneği de aşan bir veçheye sahiptir. Çünkü "hakikat",
Hazreti. Adem'den önce vardı; kıyametten sonra da var
olmaya devam edecektir.
"Şahıs" kelimesi Arapçada "şahasa" kelimesinden
türemiştir. Yükselmek, görünmek, ortaya çıkartmak, zuhur
etmek, birini sabit şekilde bakmak, nihayet, temsil etmek,
ortaya çıkmak, açıklamak mânâlarına gelir."... "...
Latincedeki maske anlamına gelen persona gibi insanın
fiziği içi, dış görünüşü, görülen bölgesi (zıll) ile ilgilidir.
İslamiyet ile şahıs kavramı hem zenginleşmiş, hem de
açıklık kazanmıştır.
Şu halde, bundan böyle biz, bir şahsı bu iki cephesi; bir
yandan fiziki, dış, zahiri, diğer yandan da manevi, iç ve
psikolojik görünüşleriyle inceleyeceğiz."
Şahsiyet, öyle terziye elbise yaptırır gibi, "fitness
center"da vücut geliştirir gibi, mağazadan üzerine giyisi
seçer gibi Çarşıdan alınmaz ki. Zaman içinde, hayatın
örsünde bile bile inşa edilir; tekamül eder, gelişir, emek,
alınteri, kalp ve gönülleri gayret, azim ve irade cenderesi
içinde herkesin kolayca fark edebileceği kıvama ve
bütünlüğe ulaşır. O tekamül sürecinde elbette değişir,

gelişir ama asla başkalaşmaz, hep kendisi kalır. Kaldı ki
bütünlüğünü ve iç tutarlılığını gözetmeden sadece "yeni"
iptilasıyla değişmek için değişmek başka şey; her an bir
nefes öncesinin hesabını düşünen sorumluluk tavrı ile
gelişmek başka bir şeydir. Bu anlamda şahsiyet, aldığımız
her nefesin mesuliyetini taşıyıp, hesabını vermek; o
"kendilik" bütünlüğünü her nefeste korumak demektir.
Duygu ve düşüncelerinizi gizlenerek yaşamanın (yani
münafıklığın) üstün bir vasıf gibi gösterilmeye inadı o
kadar ileri seviyelere taşınmış ki, hissettiklerinizi ve
düşündüklerinizi gizleyerek yaşayabilmek için konuşma
dersleri, davranış normları, kurslar, kitaplar ortalığı
kaplamış durumda. İnsanları sahtekarlığa iten bu
anlaşılmaz gayretlerin ortaya çıkardığı sonucu, "kazanım"
sayarak yüceltmek, insanlar arası ilişkilerde "güven"
dediğimiz o müthiş toplumsal" tutkal"ı yok ediyor.
En aşırı şeklini Nietzche'nin temsil ettiği fertçiliğin
davranışı budur. Cemiyetçilik davası ise, Fransız
sociologie Mektebini kuran Emile Durkheim'nin Fertçiliğe
karşı ileri sürdüğü, ona en uzak uçta yer alan aynı derecede
aşırı bir iddiadır. Ona göre, cemiyetin dışında ele alınan
fert, kendi başına değer taşıyan bir varlık değildir. Onun
kendine özel tasavvurları, duyuş tarzı ve iradesi yoktur. Bu
sonuncuya göre, ne yalnız başına fert, ne de insanı bertaraf
eden cemiyet hakikate götürücü olabilir. Fertçilik insanı,
kendi ferdiyet varlığının ortaya koymadığı değerlerden
uzaklaştırmak suretiyle, hoyratlaştırıyor. Cemiyetçilik ise,

ferdiyetin kendi hür iradesi ile benimsenmediği değerleri
zorla kabul ettirdiğinden, ferdiyetçi esir ediyor; hürriyetini
ortadan kaldırıp uysallığa mahkum ediyor. İnsanı, sürünün
varlığında eritiyor. Hakikate ulaştıran yol, insanı kendi hür
iradesiyle bağlandığı inançları, ruhi münasebetleri ve
yüklendiği mesuliyet birlikte ele alan şahsiyetçeliğin
yoludur. Onda insan, alalede bir bütünün parçası değildir;
bütün içinde eriyip kaybolmuş da değildir; inançları ve
bütün benimsediği Manevi hüviyeti ile, iradesinin
bağlantılı değerler sistemi ile birlikte, iktidarının
sınırlarına kadar uzanan bir büyük varlıktır. İslam, insanı
fert olmaktan çıkarmış, şahıs haline getirilmiştir. Fertleri
birleştirip sürü yapmamıştır. İslam cemaati, dışından aldığı
kumanda ile kımıldanan sürü değildir. Onun bu Hale
gelişi, içinden iflasıdır. Gerçekte İslam cemaati,
benimsediği davanın mesuliyetini omuzlarında taşıyan
şahsiyetlerin bütünüdür.
Oysa taassup ve inanç ayrı yerlerde dururlar. Çünkü
taassubun Olduğu yerde inancın gereği olan "kalp ile
tasdik" hürriyeti tehlikeye girer. Kaldı ki, inançlar,
esasında bizi inşa eder. Ama böyle bir "iç" hürriyet ve
taassubun ortaya çıkaracağı tahakkümünden uzak bir "dış"
yani ifade hürriyeti inancın hayata geçiş şartlarıdır; "dil ile
ikrar, kalp ile tasdik". Bu ikrar ve tasdik, bütün fanatizm
ve taassubun üzerinde, oldukça "özgür" (özü-gür) bir
güven duygusunun gölgesinde anlamını bulur.
Bir şahsiyet ve ahlak inşa hürriyetiniz yoksa aslında hür
değilsiniz demektir. Çünkü şahsiyet hürriyeti, bir iç

hürriyetidir ve diğer hürriyetler onun gölgesinde teşekkül
eder. Bu anlamıyla şahsiyet, "Hakkı hak bilip hakka ittiba,
batılı batıl bilip batıldan içtinap" hürriyetidir. Bu itibarla,
şayet şahsiyetininiz yani" ahlakınız" yoksa, bütün hak ve
hürriyetleriniz anlamsızdır ve aslında tehdit altındadır.
Nurettin Topçu şahsiyeti, "...insanın kendi benliğinin farkında olması ve ona
bağlı bütün hareketler üzerinde hürriyete sahip bulunmasıdır" diye tarif ediyordu.
Şahsiyeti üstün kılar
Şahsiyet sahibi olmak, Ahlak ile kazanılan bir
mücadeledir.
İktidar, "sadık ve uysal bendeler ister"
İktidar, "sağlık ve uysal bendeler ister"; bırakın itiraz
etmeyi, yerine göre soru sorulmasına bile müsaade etmez.
Kaldı ki, günümüz insanının karşı karşıya olduğunu tek
iktidar, resmini devlet iktidari değildir. İçinde
bulunduğumuz modern hayat,tam anlamıyla bir "iktidarlar
ağı"dır.
Bu gizli ama yaygın ve kuşatıcı iktidarların en sinsi ve
tehlikeli olanı, bütün hücrelerine modern kapitalizmin
nüfuz ettiği "gündelik yaşam"ın neredeyse artık
kurumsallaşan iktidarıdır.
Oysaki "sıradanlaşan gündelik hayat"ın gerçek
mütehakkimi , "boş bir ruh ile dolu bir mide" dir. Bu
mütehakim, herhangi bir yerdeki, herhangi bir "sıradışı"
şahsiyetin insasının imasını bile kendi işleyişi açısından
"sakıncalı" görür; Dayattığı hiçbir "şey"e itiraz etmezseniz

dahi ruhsuz ve tok kapitalizm, en küçük şahsiyetli duruşa
müsaade etmez.
Zaten insan kelimesinin anlamı da öyledir; anlaşılan, ünsiyet eden. Ama aynı
zamanda da unutan.
İnsanların ahlaki bazı "değer" ler uğruna istiğna, feragat.
Fedakarlık, mukavemet ve direnç göstermesinin gözden
düşürülmesi, kapitalizmin olmazsa olmaz şartlarındandır.
Böylece, her yolda yürümeye hazır yönsüz insanın bizatihi
"insani özü" değersizleştirilir ve sıradanlaştırılır. Bir
yandan da bağımlılık yapıcı alışkanlıkların gücü ile sadece
tüketime rağbet eder hale getirilir. Artık kapitalizm hayat
kaynağını bulmuştur.
Riyakarlığın kapitalizmi
En yakın çevre, size en çok sevenler dahi; " canım
söylediklerin doğru ama... Bu devirde... Bu üslup...
Yanlış... Kendine acımıyorsun, bari çevrendekilere acı...",
"Meseleleri değiştiremiyorsan, meselelere bakış açını
değiştir", "zaman sana uymuyorsa sen zamana uyacaksın;
elinden ne gelir ki?" Gibi zillet üreten ifadelerle "şahsiyet
tavrı "nı itibari itibarsızlaştırırlar. Artık her rezilliği
anlayışla karşılayıp, cıvık ve zelil, kölelere mahsus bir
hoşgörü tavrıyla itirazsız kabul etmek "olgunluk" sayılır.
Oysa zilleti içselleştirip "estetize "etmek ve zilletle
"gurur !" duyulmasını sağlamak, kapitalizmin en ince
taktiğidir. Esasen, "elimden ne gelir ki..." Sözü Sarf
edildiği anda zaten kapitalizmin çekim sahasına

giriyorsunuz demektir.
Bugün artık hepimiz, şahsiyetli olmak için ısrar etmenin
modern dünya ölçüleriyle "kaybetmek" ile aynı anlama
geldiğinden neredeyse eminiz. Ne var ki, şahsiyet
iddamızdan vazgeçecek de değiliz.
Şahsiyetten yansıyan...
Bumanada bilhassa peygamberler vasıtası ile gelen nakli
bilgiler, "insan olma" serüvenini tamamlayandır; "eşref-i
mahlukat "ı gerçek yapan şey, kendisine tebliğ edilen bu
bilgidir. İnsanın haysiyeti ve şahsiyeti ancak bu bilginin
hayata geçirilmesi ile tamam olur.
Bu itibarla, şahsiyetli duruş, halkın ve ülkeler değerleri ile
"barışık", irfani ve tarihi istikamete uygun bir duruştur;
cehaletle kabil-i telif değildir . Ne var ki halkın hemen her
zaman doğru yerde durduğunun bir teminatı da yoktur.
Kitle iletişim araçlarının ve kamuoyunu yönlendiren rafine
yöntemlerin son derece iğva edici tesirlerini dikkate
alırsak, halk dediğimiz büyük kitlenin her zaman "doğru
yerde "durabileceğinin garantisini kimse temin edemez.
Mamafih şahsiyetin en muhataralı serüveni, yönetimlerle
ilişkilerde yaşanır. Bu çerçeveden bakınca, şahsiyetli
tavırların, neredeyse bütün iktidarlar tarafından, "istikrarı"
bozan bir tehdit gibi algılandığını görürüz.
Hüznümüz irfanımızdır; irfanımız şahsiyetimiz
Modern insan, tarihten, tarihi bilgiden ve dolayısıyla
irfandan uzak kalınca, kendince "bir nevi özgürlüğün"
hazzını aldı. Bilgi yükünden kurtulunca cehaletin tadına
vardı ve adeta yeni bir "sorumsuzluk ve tabii ki sözde

mutluluk formu" iyi icat etti. Yeni bir idrak tarzı hatta
kendince yeni bir dünya görüşü inşa etti. Dünyayı ve
eşyayı idrak tarzının şahsiyetten ayrı düşünülemeyeceğini
unutmadık, hatta idrak tarzı, şahsiyetten ibarettir bile
denebilir.
Vasatın iktidarı seviye tanımaz.
Ne var ki siyasetin düzenleyebileceği saha, hayatımızın
çok cüzzi bir kısmı olmamasına rağmen siyaset, sınırlarını
kabul etmedi; daha fazlasına talip oldu. Böylece, bütün
demokratik retoriğe rağmen siyaset yani yönetim erki, son
yüzyılda da hayatımızın tamamını tanzim İddiasından asla
vazgeçmedi.
Esasen "totaliter" yönetim kültürlerinin kaynağı da
siyasetin bu tatminsiz ve kanaat siz tabiyatıdır. Gerçi
sadece totalitarizm deği hiçbir "iktidar erk"inin, şahsiyet
iddiasını veya şahsiyetli bir itirazı hoş karışılamayacağını
biliyoruz.
İktidar, tabiyatı gereği dikensiz gül bahçesi ister;
itiraz,iddia veya herhangi bir sahiplenilmiş, hazmedilmiş
tavır ısrarını hiç sevmez. Halkın tavsiyeyi bil, iktidarların
yanlış icraatlarına yapılan itirazın haklılığını veya yanlışın
sorumluluğunu buharlaştırır; "ne yapalım halk böyle
istiyor" haline getirir.
Küstahlık ise, hakkı olmayan bir şeyi, sanki tabii ve
kazanılmış hakkıymış gibi istemektir. Hiçbir emek ve
gayret harcamadan, hiçbir hakikat eseri göstermeden,

başkalarının ödediği bedeli ödemeye yanaşmadan,
seviyesinin çok üzerindeki şeyleri almaya kalkışmaktır. Bu
cüret, en hafifinden, aldığın şeyleri hak eden, liyakat ve
ehliyet sahibi insanlara hakarettir.
Seviyesizliğin makul izahlarla normalleştirilip,
popülerleşmesi, küstahlığın kültürel ! atmosferini oluşturur
ve meşrulaştırır.
Günümüzde herhangi bir tüketim "meta"ı, sadece ihtiyaç
olduğu için değil, sağladığı "imaj" içinde satın
alınmaktadır. Çünkü kapitalizmin kültürel ikliminde
tüketim, ferdiyetin kendini gerçekleştirebilmesinin
neredeyse vazgeçilmez yoludur ve bu durum, tam da
"vasıfsızlığın iktidari "na hizmet eden bir kültürel tatmin
atmosferidir. Ama sahte bir atmosfer; bir tatmin zehab
sağlayan Serap...
Şahsiyet gelince sahtelik gider
Vasıfsızlığının bir başka Alamet-i farikası,
tahammülsüzlüğüdür. Konuşulması oldukça zor bir
muhataptır vasıfsız. Çünkü söylediğiniz şeyi, onun
seviyesine indirmezseniz anlamaz; anlamadığını da
söylemez; anlıyormuş gibi yapar. Kendine bir ucuz tatmin
bulamazsa veya beğenmezse (gerçi beğenmek hakkında
hiçbir fikri olmasa da beğenmeyebilir) hiç düşünmeden
karalamaya kalkar.
Niyet şahsiyete göre; ameller niyete göre
Kalp, niyetlerin mekanıdır. "Ameller niyete göredir" kavl-i
şerifi üzerinde iyi düşünmeliyiz. "Mü'minin niyeti

amelinden hayırlıdır; amale riya karışabilir lakin niyete
karışamaz" buyrulmuştur. "Nefeslerinizi size şahit
kılacağız" denmesi bundandır. Çünkü her insan kendine
aslında ne olduğunu bilir; kalbiyle bilir.
Öte yandan kalbimizde karşılığı olmayan kelimelerle
konuşunca anlaşamayız ki. Anlaşamıyoruz da zaten.
Anlaşamıyoruz çünkü kelimelerin karşılığını artık
kalbimizde tutamıyoruz; aramıza eşya girdi.
Modern insanın dramıdır bu; her şeyi bilmek... Aslında
çok fazla biliyoruz belki de... Ne var ki, bilgi bizi eyleme
ulaştırmıyor. Bilgimizle eylemiyoruz.Bilgi varda "amel- İ
sâlih" yok. Ne çok şeyi biliyoruz Rabbim...
İnsan özgürdür, özerktir; özerk olmakla görevlidir. Çünkü
insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Bu itibarla " Zat-ı
aliniz" hitabı herkesedir;Çünkü her insanınzat'ı, Âlidir.
Fakat, yine Kur'an'ın ifadesi ile ahsen-i takvim üzre
yaratılan insan, kendini yapıp ettikleri ve kendi cürümleri
ile hayvandan aşağıya; esfel-i safilin'e (aşağıların aşağısı)
inebilir. Bu yüzden, bütün çevre şartları, yetişmesi,
eğitimi, imkanları vesaire yanında insanın kendi gayret ve
cehdi çok önemlidir. Ne kadar uğraşırsanız uğraşırın
kendine yardım etmeyene siz yardım edemezsiniz.
"Güzel ahlak", iyi ve sağlam bir şahsiyet ve temiz bir kalp
demektir. Temiz kalp, yani "kalb-i selim", tam manasıyla
idrak kapasitesi demek bizi hayata karşı kabiliyetli kılar.
Yalnız kalmaktan korkmayan, söylediklerinin
onaylanmasını değil, söylediklerinin doğru olmasını tercih
eder. Çünkü yalnız kalmak ve bırakılma korkusu, bir

insanın ve bir toplumun maruz kalabileceği en büyük
korkulardandır. Bu sebeple, bu halde her babayiğit göze
alamaz. "Hak bildiğin yolda yalnızda olsa gideceksin"
kelam-ı çabalarının, irfanımızın temel taşlarından olması
boşuna değildir.
Pek çok büyük sanat eseri biliyoruz ki bazen çok ağır
fiziki mahrumiyet şartlarında ortaya koymuştur. Mesela,
Beethoven, en değerli eserlerini tamamen sağır olduğu bir
zamanda verdi. Çünkü sanatkârın asıl malzemesi kendi
ruhudur. Selimiye'yi düşünelim; taş ile harçtan ibaret; ama
bir Sinan lazım ki ancak Selimiye Selimiye olsun...
İnsanın şahsiyeti, mahiyet olarak manevidir. Şahsiyeti
alçalttan ve onu eşyayla bir tutan, manevilikten
uzaklaştırıp hayvanileştiren her şey gayri insanidir.
İnsanların eşitliği manidar değil bir gerçektir, fiziki
değil.insanların manevi tarafını tanımazsanız eşitliğin
dayandığı yegane esası kaybedersiniz. Çünkü eğer Allah'a
inanmassanız insanlar apaşikar ve ümitsizce eşitsizdirler.
Dinden başka bir şey hatta ilim bile insanların eşitsizliğini
ısrarla teyit eder.
Zira kötülüğü kabullenememekten doğan suskunluk,
taşınması ağır bir zillettir. Bu zilleti hafifleten şey, bu
suskunluğunu "İrad-i" ve "ısrarlı" bir suskunluk haline
gelmesidir. Belki o zaman bu "şahsiyetli suskunluk",
kötülüğün zevaline yardımcı olabilir. Bu dahi şahsiyetin
safhasında bir "irade azmi" dir.

Şahsiyet hürriyeti de demektir
Ahlâkın temelinde doğru fiilden ziyade düzgün niyet
vardır. Çünkü biliyoruz ki, hareket edebilmemiz sadece
bizim değil Allah'ın elindedir. Oysa niyet, tamamen bize
ait bir şeydir. Bütün din ve ahlak sistemlerine göre ahlak,
istetir, niyettir; sadece hareket değil. Yoksa bir hadımın
iffetli, miğde hastasının ise herkes perhizkârlık numunesi
sayılması lazımdır.
Kalp dünyası diye bir dünya vardır ve çok mühimdir.
Peygamber efendimiz (sav) hadise ile buyurur: "mü'nin niyeti amelinden
hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre
amel işler. Mü'min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde birnur
ve feyiz bulur." Camiü's-Sağir, 4/3810.
Bir Hadisi Şerif'te de, "müminin niyeti amelinden hayırlıdır" buyuruluyor.
(taberani, Hatib-i Bağdadi, Ziya el-Makdisi)
Peygamberimiz, "kişinin niyetiyle kazandığını ameliyle kazanamaz" diyor;
çünkü amele riya karışır.
Özgürlük kalptedir...
Gerçek güç, kalptedir. Kalben zayıf insanlar, Hürriyet'in değil,
otoritenin savunucusudur. Onlar, özgürlük ve bağımsızlığını
kaynağı olan kalpten ve kendine değer verme hissinden
mahrumdurlar. Bu anlamda hürriyetin ve tabii ki şahsiyetin en
büyük düşmanı, işte "mutlu köle" lerdir. Kalpte yer edinen ve
kalbi inşa eden bilgi ve tecrübenin verdiği itimad-ı nefs tavrı,
hürriyetin garantisidir.
Ancak bunun için itimad-ı nefs tavrı, kibirden uzak bir vakar
atmosfer içinde başkalarına da özellikle güzel görünmeli. Çünkü
kendine güvenen veya bu güvenin gerekçesiyle ve dayanağını da
sahip olan insanlar, dünyanın direğidir." Dur" ile "hayır" diyen
insanlar, dünyanın garantisidir. Çünkü bu insan (yani insan-ı
kamil) hem çok güzel görünür hem de hakikaten o insan,

kurumların gerçek alternatifidir. Esasen bu anlamda teslimiyet
(yani İslam), kibir haline gelmemiş bir saygınlık hissinden başka
değildir.
Oysa insan olmak lütfuna mazhar olan insan, hiçbir şey "alet"
olamaz. Çünkü bize bahsedilen haliyle insan olmak, Allah'ı
bilmek, On'a "kul" olmak ve âleme "sultan" olmaktır. Biliyoruz
ki bütün her şey insana, insan da Allah'a hizmet edebilir. Zira
insan, fıtraten sadece Allah'a kulluk etmek ve O'unun dışındaki
her şeye karşı" özgürlük" üzerine yaratılmıştır.
Küreseleştiği söylenen modern kapitalist düzen
kitleseleşmiş insanla iş görür; üsluptan çok işleve zorlar
insanı. Oysaki zorlama ile ancak korkudan ve alışkanlıktan
dolayı kanunlara riayet eden mamul vatandaş
yetiştirilebilir. Mamul vatandaşın bir iç hayatı ve ruhu
yoktur.
Şahsiyetimız geleceğimizdir
Bilgisizliğin ve vasıfsızlığa güç atfedilen bir ortamda
bilinenler, öyle gülünç durumlara duçar olurlar ki
hallerinden ancak "Erbab"ı anlar. Hatta çoğu zaman
gerçek anlamda vasıflı, hakiki seçkinler, öncelikle ve
özellikle "vasıfsızlar" nezdinde takdir toplamaya,
kendilerini beğendirmeye çalışıyorlar ki, eyvah!. Bu,
cehaletin itibar dağıttığı bir haldir. Cehaletin iktidarından
daha vahim olanı, cehaletin değer tvziidir. Cehaletle deha
arasındaki gerçek fark, dehanın sınırları olmasına rağmen,
cehaletin hiçbir sınırının olmamasıdır. Geçen asırda
yaşayan Bilge, "hakkın hatırı Âlidir; hiçbir hatıra feda

edilemez." derken hakikatin icap ettirdiği bir "şahsiyet
zemini"ni zorluklarına işaret ediyordur. Çünkü hakikatin
tecellisi, ancak şahsiyetli bir tavırlar silsilesi ile
mümkündür.
Güzel ahlakı tamamlamak
Kapitalizm, hayatiyetini devam ettirebilmek için ferdiyetin
popüler kültüre meyyal olan cihetini öne çıkarır, yüceltir
ve tebcil eder. Çünkü popüler kültür, tüketimin hayat
tarzıdır. Tüketim, ise "şahsiyet"e değil tüketime yani"
müşteri" ye ihtiyaç duyar; yüksek fikirlere, tutarlı
düşüncelere, doğru sözlere, gerçeğin ne olduğunun
anlaşılmasına aldırmaz; müşterilerinden nitelik, değer,
kıymet, vasıf yani şahsiyet istemez; düşüncelere itibar
etmez; geçmiş ve gelecek umurumda değildir; bazen
geçmişi bazen geleceği tüketir. Ama kesinlikle hafızaya
kıymet vermez. Ve ayrıca güzel ahlak, şahsiyetin bir diğer
görünür haledir. "Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere
gönderildim." Kavl-i Şerif'inin işaret ettiği şey, aynı
zamanda şahsiyete dair bir şeydir.
Cemaat, tek başına da olsan "hakk" üzerine bulunmaktadır.
Dile hakim olan kimliğe de hakim olur
Anladıkça insan oluruz. Ne kadar anladığımız,
insanlığımızı nasıl inşa ettiğimizi gösterir." Uslub-u beyan
ayniyle insan" sözünün işaret ettiği gerçek, sadece fıtratım
bir tezahürü değil aynı zamanda şahsiyetimizi de ifade

eden bir "belge"dir.
"Dile hakim olan, mülke de hakim olur" diyen büyük
mustaribin kasıtlı, insanın diline hakim olurken aslında
kendine hakim olacağıydı. Bütün başarılar kendine hakim
olmaktan geçer çünkü. Kendine hakimiyet ise "kendini
bil" mekle başlar ve en bariz tezahürü diline hakim
olabilmektir. "Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır"
diyen batılı da esasen farklı bir şey aramıyordu; daha "nefs
hakimiyeti" niyetinin peşindeydi.

SEN Mİ, ZEN Mİ?

Yığınlarla bağırış, çağırış, yakarış içinde gerçek küçük bir
cam parçası gibi durur.
Kimsenin bir şey bilmediği gerçeği.
Peki ya cam parçasının üstündeki kan damlası?

Bilmediğimizi düşündüğümüz aslında nedir? Cevap tektir;
hayatımızın sonunda başımıza gelecekler.. Bu geçişten
sonra varlığımızdan geriye kalan bizi hatırlar mı?
Kendinden ne olarak bahseder?

Bu bilinmeyene alabildiğine hızla mı ulaşırız? Derin bir
tefekküre dalıp, zihnimizin ulaşabileceğimiz en ufak
ayrıntılarına bile dalarak mı ulaşırız? Yoksa daha hızlı
koşarak veya daha derin uyuyarak mı?

Bazılarının gözleri hep karşı kıyıdadır. On yıllık veya yüz
yıllık süre, sonsuzla karşılaştırıldığında bir hiçtir. Peki
sonsuzluğun renkleri bu yüz yıllık sürede mi belirlenir?

Canlı varlıkları güdüleyen, gerçekten sadece hayatta

kalmak ve üremek midir? Biz de daha büyük bir
organizmanın başı belada olsa, hücreler gibi düşünmeden
kendimizi yok eder miydik? Örneğin ozon tabakasını
delerek dünyanın veya galaksimizin geleceğini tehlikeye
attığımız için sonun tahmin etmediğimiz kadar yakın
olduğunu bilsek, gezegeni veya evreni kurtarmak pahasına
kendimizi feda eder miydik?

Halbuki bazen ilk ve son olduğundan başka bir şey
bilmediğimiz hayatımızı neler uğruna feda ederiz. Daha
doğmamış bir bebeğin hayali, asla görülmemiş bir şehir, ya
da kendi mutluluğunun formülünü bile çözmemiş birinin
istek ya da beklentileri. Bizden bugünümüzü, gençliğimizi
ya da enerjimizi alıp götürüverir. Bir hayal ne kadar parlak
kurulursa ve ne kadar çaba gösterilirse onun için; gelen
zamanı da kendi fedakarlığı ile değerlendirir.

Ölümden sonrası hakkında bir beklenti, bir dilek, umut ya
da teselli olabilir. Görünen gerçek ise bedenin
elementlerden birine karışması, bilincin ise yok olması ya
da başıboş dağılmasıdır. Yok olmak deyip geçmemek
lazım. Bu yok olma korkusu ile insan, gördüğü her şeye
saldırır, her şeyde bir iz bırakmaya çalışır. Bilinç veya
bilinçaltı düzeyde her şey bu korku tarafından yönlendirilir
ve onun rehberliğinde tasarlanır. İnsan, sevdiklerini
kaybetmek, bir eşyasını veya eserini yitirmek, kurduğu bir

ilişkiyi ya da dostluğu zedelemek gibi nedenlerle korku
duyar, bu korkusunu itiraf eder fakat onun için her şeyin
sonu anlamına gelen ölüm konusunda pervasız kalır.
Yapabileceği hiçbir şey olmadığına binlerce yıl önce
genleri emin olmuş, ve bu olayın daha da üstüne
gitmemeye karar vermiş gibidir.

‘Hayatın bir gün hatırlanmayan bir zamanda tasarlanamaz
bir şekilde cansız maddeden çıktığı doğru ise,
varsayımımıza göre hayatı yok etmeye ve inorganik hali
tekrar kurmaya eğilim gösteren bir içgüdünün yaratılması
da böyledir. Hayatın bütün yürüyüşlerinde kendini
gösteren bir ölüm dürtüsü kendi kendini yıkmanın da
anlatımıdır. Onlardan daha büyük birlikler kurmak için
daima daha çok canlı maddeler toplamaya eğilim gösteren
erotik güdüler ve bu eğilime karşı koyan ve canlı maddeyi
tekrar inorganik hale getiren ölüm dürtüleri. Ve onların
yarışmasından ve çatışmasından doğan hayatın
olayları..’[1]

Ölüm sonrasını bilmeyiz. Fakat yaşadığımız her zaman
diliminden bir şeyler çıkarıp, öğrenerek ve yeni
öğrendiklerimizle eski benliğimizi değiştirerek, ödevimizi
yaptığımıza inanırız ve bizi izleyen her neyse ondan taktir
bekleriz ki, bizi boşluğa terk etmesin. Bir varlık kıpırtısı,
bir paylaşım, bir teselli versin..

Felsefe, soruların ilkine ve sonuna meraklıdır. Her filozof
ağırlığı altında ezildiği, veya peşine takılıp büyüsüne
kapıldığı etken ile kendini bularak, insanlara oluş hakkında
fikir ve esin verir. Ölümün ve yok olma korkusunun
geçilmez duvarına toslayan kafa, acısıyla teselli bulur. Bu
acı, bir gerçekliğe delalettir ve bunun üzerine gerçek ve
sürekli olan araştırılmaya başlar. Heidegger, kurduğu
düşünce sisteminde, sokaktaki adamın ölümünün
kesinliğinden hareket ederek, kendi ölümüne, kendi
ben’inin sonluluğuna ve bunun kesin bir olgu olmasına
dayanır. Ancak bu tecrübe de kendisinin değil bir
başkasınındır.
Çağdaş felsefe; eski çağ filozoflarının aksine (Thales
suyu , Anaksimanes havayı, Harakleitos (475 MÖ) ateşi ve
Eksenofones toprağı, Eflatun (347 MÖ) ideleri, Aristo
madde ve cevheri başlangıç noktası alır) İbn Sina’dan
başlayarak (1037 MS) insanın ben’inden yola çıkar ve onu
esas alır.

Varlığın Fenomonolojisi

İbn Sina’ya göre yokluk varlığın zıttı olamaz çünkü eğer
öyle olsaydı, ikisi birleştiğinde bir bütünü oluşturmaları
gerekirdi. İbn Sina A’dan Z’ye maddeler halinde insanın

varlığını ispatlama yolunu açıklar. [2]

A)‘Kendine dön ve düşün’. Doğru bir anlayışla bir şeyi
anlayacak şekilde sıhhatli, dahası diğer durumlarda
bulunduğun zaman, kendini bilmez, zatının varlığından
gafil olur musun? Bana göre bu uyanık olanın durumudur.
B) Uyuyan uykuda iken, sarhoş sarhoşluk anında, eğer
zatını zihninde kavrayamazsa kendini doğrudan doğruya
bilemez.
C) Kendinin ilk anda sağlam, akıllı ve sıhhatli bir şekilde
yaratıldığını tahmin etsen ve böyle bir durumda ve şekilde,
kendi parçalarını görmediği ve uzuvlarının birbirine
değmeyip birbirinden ayrı olarak berrak havada bir an asılı
olduklarını farz ettiği taktirde, insanın kendi varlığı ve
inniyetinden başka hepsinden gafil olduğunu (yani
hiçbirini algılamadığını) görürsün.
D) O halde, önce şu, sonra bu durumda kendini ve zatını
ne ile duyuyorsun? Senin zatını duyan kimdir?
...............
İ) Kendine bir bak. Senden duyulanın ne olduğunu o,
gözünün senin cildinden algıladığı şey midir, biliyor
musun?

J) Hayır, değil. Cildinden (bedeninden) ayrılsan ve o
değişmiş olsa bile ‘sen’ yine sensin.
..................................................................

Dinler, öbür dünyanın rehberliğinde yaşamımıza bir şekil,
düzen ve çizgi vermeye çalışır. Akıl, öbür dünya olmasa da
kendimiz için de bir düzen oluşturabileceğimizi söyler.

Freud’un anlatımı ile dinler insanları evrenin başlangıcı ve
kuruluşu üzerine aydınlatır, onlara öbür dünyanın
mutluluğunu sağlar ve tüm otoritesiyle onların yargı ve
eylemlerini düzenler. Bilim bazı tehlikeleri önlemeyi
başarabilir ancak insanın acısını hafifletemez ve insanlara
boyun eğmeyi öğütlemek zorunda kalır.’

Meditasyon ise bize sadece zihinden ibaret olmadığımızı
anlatır.
Bilincimizi muhafaza etme, iletme ya da nakletme
şansımız varsa, bizim için umut vardır.
Ya da bilinçten sızmaya çalışırız.

Kafesimizi kıramazsak hiçbir zaman için bir sonsuzluk
yaratamayız.

Zen Budizmi için, serbest bırakmak amaca ulaşmanın
yoludur. 1200 senesinde doğan Dogen ‘Aydınlanma ve
Uygulama aynı şeydir’ der. Yaz, kış, yağmur ve kar;
bilincin farklı seviyeleriyle uygulamayı buluşturur.
Uygulama devamlı ve sürekli olmalıdır ki, katmanlar
birbiri ardına aralansın ve gerçeğin saf dokusu algımıza
ulaşsın.
Dogen, Soto Zen’i Hindistan’dan Japonya’ya taşıyan
kişidir. Dogen de kendi hocasından bedeni ve zihni
unutana kadar yoğunlaşmaya devam etmeyi öğrenmiştir.
14. yüzyılda yaşayan Zen ustası Ikkyu, sekiz yıllık
öğrencisi ‘en uç noktadaki anlayışın sırrı nedir’, diye
sorduğunda ‘Yoğunlaşmak’ diye yanıtlar. Cevaptan tatmin
olmayan öğrenci tekrar sorduğunda ‘Yoğunlaşmak.
Yoğunlaşmak’ diyerek yineler. Öğrenci, bunda derin bir
anlam göremediğini söylediğinde; ‘Yoğunlaşmak.
Yoğunlaşmak. Yoğunlaşmak’ der Ikkyu. Ve öğrenci peki
‘yoğunlaşmak nedir’ diye sorar. Ve Ikkyu kibarca cevaplar;
‘Yoğunlaşmak yoğunlaşmaktır.’[3]

Temel fikir, uyanık ve yoğunlaşmış durumda kalmak,
tamamen o anda olabilmek, başka hiçbir şeye dikkat

göstermemek ve her şeye yorumsuz kalabilmektir. Duyu
organlarımızın ve beynimizin her şeye dikkat gösterip,
ölçüp biçen tavrından çıkarak saf farkındalık durumunu
ararız. Düşünceler ve sesler yükseldiğinde başa dönerek
‘an’a yerleşiriz. Anlamak bir an sürer ve zihin devreye
girdiğinde yeni sorular ve sorunlar ortaya çıkar. ‘Bırak
gitsin’ der zen ustası. Onu kötü veya iyi diye yargılama.
Eğer düşünceler kendi haline bırakılırsa, kendi yollarında
giderler. Ve farkındalık ile birlikte, sen ve diğerleri
arasındaki fark süzülür. İkilemden kurtulursun.

‘Acaba hepimizin ben dediği aynı şey olabilir mi?’

Eğer öyleyse, hepimizin uzun zaman önce aynı denizden
aldığımız bir kap su; koşmalar, düşmeler, itişmeler
sırasında çalkalanıp eksilmiştir.
‘Arzunun önünü kesemiyorsan, arzuyu bitir’ der Buda.
Budistlerin amacı, her harekette uyanık kalmak, hayatın
her devresinde farkındalıktır, uykudayken bile. Her an her
şeye açık ol ve geçmişinde ya da geleceğinde kaybolma.
Normal yaşamda düşüncelere ve planlara kendimizi
kaptırırız ve algımız otomatikleşerek söner. ‘An’da
olabilme bilgisi ve bedenin doğasına sızmak algılarımızı
tekrar açar ve gerçeklik hissimizi yüceltir. Varlık

alanlarımızı çeşitlendirip, derinleştirdikçe bilgimiz ve
duyularımız daha geniş katmanlara açılır.

Konsantrasyonun en temel noktası nefestir. Değişik
tekniklerle nefes çeşitlenir; soluma oranı, derinliği, göğüs
ve karın öncelikli oluşu gibi farklı nefes deneyimleriyle
farkındalık üzerinde güç kazanılır. Nefes bedenle birleşir;
içimizdeki suyu hareketlendirir ve ateşi yakar. Nefes bizi
dik ve hayatta tutar.

Geleneksel Meditasyon oturuşları, tam ve yarım lotus
pozisyonudur, amacı durağan ve rahat bir pozisyonda sırtı
dik tutarak, sinir sistemini nötürlemek ve uzun saatler
bedeni rahatlatabilmektir. Uzun meditasyonlarda ufak
yürüyüşler veya koşu da mümkündür. Aslında meditasyon
her pozisyonda yapılır ve hedef, meditasyonu hayatın tüm
aktivitelerine yaymaktır.

Budizm ve Psikoloji

Budizm ve psikoterapi kişiyi dönüştürmeyi hedefler. Fakat
metotları oldukça farklıdır. Psikoterapi tam ve bütün bir
kimlik yaratmayı hedefler, Budist psikoloji ise kimlik

hissini temelden değiştirir. Önemli olan insanların
yaşamını iyileştirmek ve daha mutlu kişiler yaratmaktır.
Hedefe mahkum olmak daha büyük sorunlara da neden
olabilir. Aslında biz doğru olduğunu düşündüğümüz ve
inandığımız ne ise onu yaparız. Sonuçlar ise yolun
uzunluğunu belirleyecek olan değişik algı ve hisler yaratır.
Ruhsal yolda hiçbir soru cevapsız kalmamalıdır. Çünkü
amaç mutluluktan daha ötededir.

Ruhsal özgürleşme, bazılarına göre, terapinin bitiminden
sonra başlar. ‘ Eğer kendini unutacaksan, önce en iyisini
yarattığına emin ol. Çünkü ‘hiç kimse’ olmadan önce,
‘biri’ olmuş olman lazım.’
Bu yüzden ruhsal güçler, hayatın kimi zorluklarından
kaçabilmek amacını taşıyan kişilere sunulmaz. Hayatta
kimi müfakatlar kazanabilmek için de kullanılabilir
nitelikleri yoktur. Kuvvet, mücadelenin son aşamasıdır. En
geniş daireyi isteyen zeka, alçak tepelerle yetinmez.
Kendine bu yüzden zorluklar çıkarır. Güç kazanmak için
yokuş yukarı çıkar. Ancak yapabileceğimiz her şeyi
yaptığımıza inandıktan sonra kaygılanmama ödülünü
kendimize veririz.

Eğer gerçekten bakarsan, der Zen ustası, tek bir dünya

vardır, ve bu hep senin önünde olandır. İçerisi ve dışarısı
yoktur. Zen meditasyonu her yerde yapılabilir. Bir metre
önünüzde bir nokta seçerek, merkezde odağınızı
toplayarak ve nefesin yardımıyla sadece orada olmaya
odaklanarak..

Zen Soruları

Zen soruları bize yoğunlaşma, meditasyon ve yoga
esnasında ne ‘düşünmeyeceğimizi’ anlatır. Günlük zihinsel
boşluklar, çukurlar, tekrarlar, şüpheler ve sorular bir an
için sussun. Hepimizin içine girebileceği o tek ve biricik
an kalsın.

Zen soruları samsara adı verilen illüzyondan kurtulmanın
bir yoludur; en küçük daire zamanınkidir. Zaman mekan
ve ölüm doğum döngüsünden kurtulmak için boşluk ve
kendilikten çıkmaya ihtiyaç duyulur.
Sen doğmadan önce yüzün neye benziyordu?
Kaç tane kafan var?

Anlamın Dansı

Ruhsal yolun tek bir şifresi ya da formülü yoktur.
‘Kaygılanın’ der, çözümü sizde saklı olan ve insanların
yaşamını belirleyen olaylar için. ‘Endişelenin’ der doğa
yok olurken ve son ümit son zerresine kadar tükenirken, en
son yitecek kaplan, fil ya da leopar için. Bize verilen veya
binlerce yıl içinde oluşan doğal yeteneğimizi, enerjimizi
ya da iyileştirme gücümüzü kullanırız. Fakat yalnızca
kendimiz için değildir becerilerimiz ve başkalarına hizmet
ettikçe yerleşirler. Kendine dönmek nasıl bir erdem ise,
kendinden çıkmak da fazilettir.

‘Zihnin dışında bir gerçeğin olduğunu bul. Ki sen
buldukça yeni alanın çoktan yazılmış kuralları okuman
için önüne çıksın.’ Hayatta tek bir formül, tek bir sır
bulunamaz. Anlamak için ya hepsini öğrenirsin, ya da
insanlara güvenirsin. Suskun kalmak, yorumsuz kalmak,
ancak doğa olaylarına karşı tesellimizdir. İnsanlara, kendi
bildiğimizi anlatmak ve resmin buradan görünen kısmını
ulaştırmak için sadece sevgimizi değil, derdimizi,
şikayetimizi ve öfkemizi de anlatmamız gerekir.
İfadesindedir sırrı iyi niyetin, öfke yok değildir, sadece
zamanlaması vardır.
Dilin tüm imkanlarından yararlanılır, tek cümleye hapis
olmadan.

Doğudan batıya kuzeyden güneye bakmak gerekir tek bir
anı bile birlikte yaşayabilmek için ve yaz, kış ile tüm
baharlar sürer dirayetin.
Oradan oraya bakarsın ve bir süre sonra her insandaki
aynıyı görürsün.

İç insan ile dış insanın birlikte bir bütün oluşturduğu
düşüncesi, Hippokrates’in yüce ilkenin bölünmez biçimde
bulunduğu mikrokozmoz ya da en küçük parça fikrini akla
getirir. Eskiler ‘Her şey tanrılarla dolu’ demiştir. Bu
tanrılar ‘şeylere yayılan tanrısal güçlerdir’. Zerdüşt onlara
‘tanrısal çekimler’ der, Synesius ise, ‘simgesel baştan
çıkarıcılar’ diye adlandırır. Agrippa’ya göre ‘alçak
şeylerde, daha büyük ölçekte yüksek şeylerle
bağdaşmalarını sağlayan belli bir yeti’ vardır.[4] Jung’a
göre bu sinkronisite yani eşzamanlılıktır ve O bunu
‘anlamın dansı’ olarak görürdü.

İnsan, mikro kozmik doğası aracılığı ile göğün ya da
makro kozmosun oğludur. Mitraik bir kuttören kitabında,
din üyeliğine alınan kişi ‘Seninle gezen bir yıldızım
ben.’der.

Simyada mikrokozmoz, rotundum ile aynı öneme sahiptir.
Rotundum, Monad diye de bilinen gözde bir simgedir.

RUHUN RÜYASI; ESTETİK

Seni böyle tutan nedir, iki elin şaşkınlıkla açılmış, çiğ
tazeliği gözlerinde, saflığını bozmamak için anlamazdan
gelirsin söylediklerimi.
Böyle havayı kuşatan nedir? Bir sis bulutu belli ki, fazlaca
inmiş yerin yüzüne.
Seni böyle zamanlar arasında sıkıştıran, çaresiz bırakan
nedir?

Gözlerine baktığım anda görüyorum aslında ne olduğunu,
ne taşıdığını içinde, onu orada tutmaya ikna eden nedir?

Seni durduran nedir? Ortalama olmasına karar veren her
şeyin. .Bir kısmıyla yetinmek zorunda bırakan.

Gözlerin, arkasında uzanan uçsuz bucaksızlığı çöl
korkusuyla saklar. Ellerin yeteneği hapseder içinde.
Yaşamı ellerimle tutmayım, şekillendirmeyim, onun ne
olduğunu anlayıp, çabucak işimi bitirmeyim der gibi.
Çölde sabırla ufak adımlar kat eder gibi.

Alıştığın sarhoşluğu, gizemin girdabının kendini bıraktığın

baş döndürücülüğü. Henüz bulunmamış olanın umudu. Bu
şarkıya öyle bağlanıp, hüzünle dindiren kendini.
Bu meraka öylece alışıp, cevaplara kulağını tıkayan.
Bir tarafın hep karanlığın yasını tutar gibi.
Kaybettiklerinin. Belki coşkunluğu çocukluğun, belki
yerine konamayacak birinin hala canlı hayalinin. Belki
sayılmak sadece, yinelenmek adınla ağızlarda, belki kötü
bile olsa. Artık kötülüğü de unutulmuş, dudakları belli
belirsiz kıvıran bir anıyla yaşamışlığını ispata çalışırsın.
Nasılsa kötülük, yüzün asıldığında ordaydı sadece. Belki
mutluluk dolu anlardan medet umarsın. Belki soluğunu
tutup, dondurmaya kalkarsın güzel bir resmi. Her
halükarda en güvenli adımlarda bile çaresizliğin gizli.

Peki sana bir şey versem, hafızanın limitini değiştirecek
bir şey. Bir böcek; sevimli antenleri, kalkanı, kabuğu, zehri
ve işlevselliği ile.. Bir çiçek eksem, akıl almaz renkleri,
uyumu, ters nefesi ile oksijeni, dalı, kökü,tacı, yaprağı ile..
Sana eşini göstersem, aklındaki hayale ilk anda uymaz
belki, hiç bırakmayacağı erdemi, ipekböceğinin kozasını
ördüğü gibi, sessizce taşır çünkü, seslendirir, açığa
çıkarırsa, bozulacağından korkar. Göz kamaştırıcı güzelliği
sabah güneşinde gizlenir, sadece sana özel olması için.
Hayatına ne katacağını bilemezsin, onu görünce durup
dururken içinden çağlayan güvenine güvenmeden. Tahmin

edemezsin hiçbir şeyi, bir şey beklemeden söz vermeden.
İlk dokunduğun anda, sonsuza kadar kenetleyen ellerini
onun üzerinde, onaylamadan gözlerinle.

[*] Grekçe Aisthesis; duyulur algı.
Estetik; Sanatta ve Gerçekte Güzelin bilimi. Ref; A. Ziss
‘Korkular, ruhun zayıf bir durumu yüzünden doğarlar.
Bundan ötürü, insan ne zaman bu türden duygulanımlara
dışsal bir devinim uygularsa, uygulanan dışsal devinim,
içteki korkuya egemen olur ve ruha açık bir dinginlik
sağlar’

Aristoteles’in bir arındırıcı olarak güzel sanat öğretisi,
gerçekte Platonik öğretinin geliştirilmiş bir şeklidir.
Aristo’ya göre epos, tragedya, komedya, kitara sanatlarının
büyük kısmı öykünmeye dayanır. Tragedyanın ödevi,
uyandırdığı korku ve acıma duyguları ile katharsis[1]’i
(arınmayı) sağlamaktır. Aristoteles’in adı bir gelenek
halinde her zaman arınma kavramına bağlanmıştır. Buna
karşın Platon’un Aristo’dan önce Yasalar’da müzik ve
dansı korkuya çare olarak öğütlediğini biliyoruz. Platon,
çocukların eğitiminde müzik, dans ve şiirin önemi üstünde
tutkulu bir dirençle durmuştur.[2]

Aristoteles’te sanatın kökeni, Platon’da olduğu gibi

Prometheus değil, insan eli olarak düşünülüyor. Platon
Prometheus ile ‘insan yapısının yalnız bozuk olmakla
kalmayıp, aynı zamanda çıplak, yersiz yurtsuz ve kendini
koruyacak silahlardan yoksun ve tüm hayvanlardan daha
aşağı’ olduğunu söylüyor. Aristo’ya göre daha aşağı
olanlar yabanıl hayvanlardır. Çünkü onların silahı tektir.
Oysa insan başka araçlar yapmaya yarayan bir araç olan
ellere sahiptir. El,hem kuşun pençesi, hem atın ayağı, hem
de boynuzdur. İnsan,doğanın en yetkin çocuğudur. Sanat
ise insan eliyle doğanın başlamış olduğu işi
tamamlamaktır.

Greklerin günlük dilinde güzel, her şeyden önce, canlı ve
doğal olan bir şey olarak düşünülüyor. Antik düşüncede bir
şeyin güzel sayılması için kavranabilir olması gerekir.
Bakanda birliği, büyüklüğü yiten şeyleri güzel- dışı, estetik
dışı şeyler olarak yadsıyorlar.

Platinos, güzelin ‘orantı ve uyum’ olduğunu, bir anlamda
dar bir anlamda ise çok geniş bularak yadsıyor. Bu tanım
çok dar çünkü şimşek, altın, bir müzikal ton ve ahlaksal
eylemler gibi yalın olan şeyler de güzeldir. Bir cismin
güzel iken çirkin olabileceğini yani, cismin önce güzel
olmayıp güzelliği kendi dışından elde edindiği ,
güzellikten pay alan (methexis) cisimlerin güzel
olabileceklerini, özdeğe giren ruhsal varlığın yani özdeğe

biçim veren ideanın cismi güzel kıldığını söylüyor. ‘Güzel
nesne, Tanrıdan gelen biçime katılmakla doğar. Doğada
güzel olan her şey, biçimin gücünden, o nesnenin
özdeğinin biçime, ideaya katılmasından ileri gelir. Ruh
dünyasının güzelliği; bire, iyiye ve salt varlığa yakın
oluşundandır. Tinin güzelliği arınmaya dayanan bir
güzelliktir ve böyle olduğu için ahlaksal bir güzelliktir.
Güzel ve iyi (Kalokagathia), çirkin ve kötü özdeştir.
Nousa’ya (evren ruhu) katılmak için bireysel tinlerin
arınma sürecinden geçmiş olması gerekir.

Arınmış olan güzel tin, Bire doğru yönelen, onda erime
isteği ve sevinci içinde hazdan titreyen, coşan (extase)
durumunda olan ruhtur. Güzel, kendisini yaşayan
kimselerde coşkun duygular yaratır. Yaşamın tüm ereği,
varlığın ve güzelliğin kaynağına erişmektir. Düşünmenin
ve varlığın kaynağını seyreden kimse, onunla bir olup,
erimek için sonsuz bir istek ve aşk duyar. Plotinos’a göre
insan işe yaramayan taraflarını yontarak, kendini sürekli
yetkinleştirerek beden güzelliğinden, ten, us ve Tanrı
güzelliğine yükselebilir.

Platon, sevgi ve güzel- iyi kavramlarını bir arada alıyor.
Diyaloglarda Menon ‘Erdem, güzeli sevmeye, onu
sevebilmeye bağlıdır’ diyor. Güzele duyulan istek ve onu
elde etme gücü, erdemdir.

Sokrates felsefesinde, Taoist felsefe ve Hint
felsefesinde,insan varlığını götürebilecek en yüksek nokta
aranmıştır. Bu noktada bilmediğimizi bilmek yatar. Lao-tse
bu konuda şöyle der; ‘Ona bakarız, ama görmeyiz ve ona
‘düzgün olan’ deriz. Onu dinleriz, sesini duymayız ve
‘İşitilemeyen’ adını koyarız. Onu yakalamaya çalışırız,
ama yakalayamayız ve ona ince olan deriz. Bu üç
özelliğine bakıp, onu tanımlayamayız, bu yüzden üç
özelliği karıştırıp bir olanı elde ederiz. Bu tanımlar, insan
varlığındaki ve evrendeki son gücün hem düşünceleri hem
de duyguları aştığını göstermektedir. Brahman
düşünceleri, çokluğun arkasında birliği ararken, şu sonucu
elde ettiler.’ Kavranan karşıtlıklar çifti, nesnelerin değil,
kavrayan usun yapısını ortaya koymaktadır. Bu nedenle
gerçeğe ulaşmak için kavrayan kafa kendini aşmalıdır.[3]

İlkçağ bize güzel ve iyiyi salt kendisi için istemeyi önerir.
Ortaçağ cezalandırılma korkusu ile, yeniçağ ve yakınçağ
ise mükafatlandırma umuduyla güzeli arar. (Batı
Medeniyeti çağlarına göre)

‘Var olan her türlü varlık, tüm evren ancak bir görünüştür
ve evrensel olanın kendisinden doğmaktadır. ‘Kendi
kendini tanı’ tümcesinde anlatılmak istenen bu evrenselden

türeyiş ve geçirilen aşamaların bilinmesi gerekliliğidir.’

Platon’un idealar kuramı ve Hegel’in Tin (Us, ruh ve
Bilinç bileşimi) bunu kanıtlamaya çalışır. İnsan yaşamının
bağını meydana getiren ne varsa, insan için değer taşıyan
ne varsa hepsi tinsel tabiattadır. İnsan, insanlık onuru
duygusunu taşımalı ve kendini en yüksek hakikatlere
ulaşabilecek güçte görmelidir. Tinin ve hakikat sevgisinin
önünde evren, kendini açığa vurmak ve tabiatın
zenginliklerini ve derinliklerini ortaya sermek zorundadır.
[4]

Evren ve onun gizli özü, hakikat sevgisine açılmaya
zorunludur. İnsan varlığı kendi kendini tanımaya
zorunluysa, bu buyruğu bir görev sayıyorsa var olmak için,
tek amacı da kendinin geçirdiği evrimleri irdelerken ve
öğrenirken, doğayla bütünleşmek olacaktır. Bu olgu,
Sokrates ve Platon’da töresel yapıyla özdeşleşirken,
Hegel’de de tinsel yapıyla özdeşleşir.

Usun Dünyası/ Sarsılan Değerler

Dışavurumculuk

Diyalektik, biçimle içeriğin bir ve aynı fenomenin
birbirinden ayrılmaz iki yanı olduğunu öngörür. İçerikle
biçimin birliğinde, içerik daha devingendir, biçimden daha
hızlı gelişir; bu nedenle biçimin bu gecikmesi, kendisi ile
içerik arasında bir çatışma doğurabilir.

19. ve 20. yüzyılda beklenmedik bir biçimde oluşan sanat
eğilimi daha çok Batı Avrupa ve Amerika’da etkili
olmuştu. Dışavurumculuk estetiği, maksimal bir anlatım
gücüne erişebilmek için gerçek biçimleri değiştirmek ve
çarpıtmak zorunluluğunu savunur; bu yüzden yapıtları
kimi zaman kabaca ilkel biçimlerle belli olurlar.
Dışavurumculuk; resmi (Paul Klee, Oscar Kokoşka)
edebiyatı (Franz Kafka) ve tiyatroyu (Georg Kaiser, Karl
Sternheim) etkilemiştir.

Özgün formu içinde Dışavurumculuk, imgelerin
parçalanması; yüzeydeki görünümün orijinal, yani öznel,
nesneleri birbirinden ayıran ve onları konumlarının dışında
yeniden yerleştiren bir perspektif içinde algılanmasıdır.
Vogeler’e göre dışavurumculuk burjuva sanatının ölüm
dansıydı. Dışavurumcular, nesnelerin özünü ve esasını
ifade ettiklerini sanıyorlardı. Oysa gerçekte kendi
çözülme ve çürümelerini ortaya koyuyorlardı.

Dışavurumculuk, Ernst Bloch’a göre, insan olgusuna ve
insan varlığına dikkat çekiyor. Dışavurumcular, insanda
anlaşılmaz olanı ve insanın esrarını insanca tasvir etmek
istiyorlardı. Gereksiz derecede öznel olmakla suçlanan
dışavurumcular, önceden kestirilememiş bir olgu olarak
ortaya çıkarlar. Geçmişi 1770’lere kadar dayanır ama
aslında ilkel sanatlardan ve barok sanatından gelen yanları
da vardır.
Dışavurumcuların Nordik ağaç oymacılığında doğu
sanatının çok büyük etkisi vardır. Kilim desenleri ve
doğrusal süsleme de dışavurumcu sanatın bir diğer öğesini
oluşturur.

Lukacs’a göre dışavurumcular, Nazilerin habercisiydi.
Bachofen, Rhode, Nietsche, Chamberlain, Rosenberg hatta
Cezanne bile Batının yozlaşmasının ürünleriydi. Yalnızca
öznel olarak önem taşıyan, yüzeysel ve içerik yoksunu,
halktan yabancılaşmış bir akım olarak dışavurumculuğu
sertçe eleştirir. Halbuki Bloch, dışavurumculuğu, asıl
özelliği halka yakınlık olan bir akım olarak nitelendirir.
Formu önemsemediklerini (Kübizm ile
karıştırılmamalıdır) ve bu yüzden zarar gördüklerini
söyler. Yabanıl ve kaotik bir şekilde biçimlendiğini ve
folklordan yararlanmakta olduğunu ifade eder.

Modern insanın kaotik dünyasını, Joyce’un
gerçeküstücülüğü ve Thomas Mann’ın incelmişliği ve
gelişkinliğinde kendini gösteren emperyalizm çağında
yaşayan insanların çoğunun düşüncelerinde görülen bir
çözülme yaşantısının ürünü mü olduğu yoksa realitenin
kendisi mi olduğu sorununu Lukacs, çarpıtılmaya uğrayan
gerçeklik olarak açıklıyor. Bilinçteki süreksizlik, kopma ve
yarıklar, Bloch’a göre gerçeğin ta kendisidir. Lukacs ise
çarpıtılma olgusunun kökenlerine inmeye çalışır.[5]

Realistler

Realistler, düşünce ve duyguların nasıl toplumsal hayattan
köklenip oluştuğunu, yaşam deneyimlerinin ve hissiyatın
realitenin total bileşiğinin nasıl birer parçası olduğunu
gösterir. Her önemli gerçekçi sanatçı, kendi yaşam
deneyimlerinden elde ettiği materyale bir biçim ve üslup
kazandırır. Bunu yapmak için soyutlama tekniklerinden de
yararlanır. Fakat amacı, nesnel realiteyi yöneten yasalara
nüfuz edip bunların gerçeğini kavramak, dolayımsız
(subjektif) olarak algılanabilenle yetinmeyip, derinde
olanı, saklı olanı, toplumu oluşturan ilişkiler ağını ortaya
çıkarmak ve bunu görünür kılmaktır.[6]

Gerçek realizm, realitenin kalıcı ve önemli olan kısmını,
insanı ve onun reel dünya ile olan ilişkilerini tasvir etmeye
çalışır. Hem de, kendilerini tam olarak hissettirecek kadar
gelişmiş bulunmayan eğilimleri de görebilmek ve onlara
biçim vermek, gerçek avant-garde’a düşen önemli bir
tarihsel görev olmaktadır.

Ficher’a göre sanat ve bilim hegemonik (ekonomik açıdan
baskın ideoloji) biçimleri temsil etmez; tersine yanıltıcı ve
yalan bilince karşı gerçekliğin bir başkaldırısını oluşturur;
gerçek bir sanatçı var olan gerçeklikle durmadan dövüşür,
onun karşısında eleştirel bir tavır koyar. Kapitalist ve
sosyalist ülkelerde sanatın ortak bir görev taşıması da
buradan gelir: Yabancılaşmayı gün yüzüne çıkarmak,
insanlık dışı yaşam koşullarına karşı savaşmak ve
toplumsal ilişkileri insanileştirmek.

İdealist estetik ise antik düşüncenin güzeli uyum, ölçü ve
oran üzerine temellendirmesini kabul edemez. İdealistlere
göre güzel ussal bir yolla ölçülemez, çünkü onun özü,
anlatım gücünden ibarettir. Rönesans sanatçıları da, insan
yüzünün güzelliğine ilişkin yasayı bulmak için antik
yontuları istedikleri kadar ölçüp biçebilirlerdi, bundan bir
şey çıkmazdı, çünkü güzellik yüz yapısının bütünüyle
dışsal belirtilerinde ve oranlarında değildi; tam tersine,

içinde insanın iç dünyasının göründüğü, dışsal biçimlerin
manevi nitelik kazanmasında, yani anlatım gücündeydi.
Nesnenin biçimi hiçbir manevi içeriği dile getirmiyorsa,
hiçbir düşünceyi somutlaştırmıyorsa, güzelin de sözü
edilemez artık.

Nesnel idealistler, öznel idealistlere göre biraz daha farklı
bir anlayış getirirler. Nesnel idealistlerin (Platon,
Schelling, Hegel) estetik anlayışları, en başta da güzel
üstüne yargıları, dünya ile ilgili genel felsefi görüşlerinden
temellenir; buna göre dünya, bizim dışımızda nesnel bir
şekilde var olan ve saltık idee, evrensel us ya da Tanrı
biçiminde kendini dışa vuran manevi özün maddesel
tözüdür. Bu durumda güzel de, dışa dönük maddesel
biçimlerde temsil edilmiş olan (ete kemiğe bürünen) ideal
(varlık) gibi görünüyor ve anlamları, türsel özleri, başka
bir deyişle ideleri en tam bir biçimde ortada olan nesneler
güzeldir sadece.

Güzel, bir türün eriştiği yetkinliktir. Güzel bir gül,
geneldeki gülün temel özelliklerini en tam bir biçimde
taşıyan gül olacaktır; bunun gibi, insan türünün
niteliklerini, insan doğasını ve çizgilerini somut bir
biçimde ortaya koyan insan da güzeldir.

Öznelci idealislere göre ise, gerçeklikteki güzel
görüngüleri manevileştiren, evrensel ruh ya da tanrı değil,
insanın bilincidir. İnsan, kendi iç dünyasının duygularını,
heyecanlarını ve özelliklerini bir görüngüye
uyguladığında, o görüngü güzelleşir. İnsanın düş gücü ve
imgelemi, gerçekliğin olaylarını tinselleştirmek olanağı
verir. Mutluluğumuzu, sevinçli duygularımızı gerçekliğe
aktardığımızda gerçeklik güzelleşir. Theodor Lipps’in
estetik kuramına göre güzel, çevresel gerçekliğin
olaylarına sanatçının iç dünyasının ‘duygularını
üflemesinden’ doğar.

Maddeci öğreti ise idealist estetiğin öznelciliğinin
karşısında yer alır. Çernişevski’ye göre; Güzel yaşamdır.
Yaşamı, aklımızdan geçirdiğimiz haliyle bir varlıkta
gördüğümüzde, o varlık bize güzel gelir.

Bir yapıtın sanatsal yetkinliğini ve güzelliğini de en başta
belirleyen şey, yine bizim aklımızdan geçirdiğimiz haliyle
yaşamdır. İnsan ruhen sanatçıdır ve yaşamına durmadan
güzeli katmak ister. Güzelliğe karşı sönmeyen bir istek
vardır içinde; insanoğlunun yarattıkları hep güzel olmasa
bile, çirkinlik de yaşamdaki kusurları ortaya koyar ve
böylece güzellik özlemini uyandırır.[7]

Meditatif estetik
Her isteğin estetiğinde ondan vazgeçmek vardır. Çıkış
noktası kendisinden gelen bir beklentiyle çizilen isteğin,
çerçevesine yerleşmesi için, orada gerçekte ne olduğunu
bulması gerekir. Merkezi değişen his, istekten vazgeçmek
olarak görülür. Gerçekte ise amacına ulaşması için serbest
bırakılmıştır.

Bir beklentiyle, her yeniliğe yönelindiğinde, kendi
istediğini alıp uzaklaşmak isteği, kendini kendi ile
sınırlamaktır. Montaj modası bize doğru olanın bu
olduğunu söyleyecektir. Halbuki doğru, düz bir şeydir. Her
zaman bir şeyi sahip olmak isteyen için değil, o şey için
istemeyi önerir. Estetik ise bu noktada kıpırdanmaya
başlar. Birebir hedeflendiğinde ürküp, kaçacaktır, ama bir
duygunun, bir oluşun peşinde kaptırdığında kendini,
doğada var olan uyum yakalanır.

O zaman istek, olması gerektiği gibi yalnızca çıkış noktası
biçimini alır. Saf olanı ortaya çıkarmak için bazen zorlu
koşulara da gerek duyulur.

Estetik, kendiliğindendir. Duru ve doğaldır. Her şey

doğalında işlemesi ve ışıldaması için vardır. Güç ise
bilincin dayanamayacağı eşiklerde kazanılmaya başlar.
Çünkü artık yeni ve güçlü bir bilme duygusu ortaya çıkar.
Estetik ve güç, zorlu bir hedef, uyumlu birer birleşendir.

BÜTÜNLEŞMEYEN BÜTÜNLÜK

İnsanlığın post modernizm kavramıyla ilk karşılaşması
1960'lı yıllara rastlamaktadır. Önce edebiyatta daha sonra
da 1970'li yıllarda mimaride kendini gösteren bu kavram,
"Jean François Lyotard" ile birlikte modernizmi
sorunsallaştıran ve bir tartışma ortamı yaratan bir kavrama
dönüşmektedir. Şöyle ki 1979' da Jean François Lyotard'ın
yazmış olduğu "Postmodern Durum" adlı kitap, 'büyük
anlatı'ların artık insanlığın peşinden koşabileceği
gerçeklikten çok bir imaja( kurmaca gerçeklik)
indirgendiği konusunu gündeme getirmiştir. Çünkü
"Büyük Anlatı"lar diğer adıyla meta anlatılar
( Aydınlanma, Tarihselcilik ve İdealizm ) öncelikle II.
Dünya Savaşı ve ardından Nazi rejiminin neden olduğu
kitlesel kıyımlar, daha sonra da soğuk savaş yıllarında
silah yarışının yarattığı nükleer tehdit gibi yıkıcı, yok edici
olgularla birlikte sarsılmış ve böylece modernite
projelerinin (Evrensellik, Rasyonellik, Özgürlük vb)
sonunun geldiği su yüzüne çıkmıştır.
Bununla birlikte "Einstein" in ortaya attığı rölativite
kuramı ve "kuantum" fiziğinin getirdiği belirsizlik kuramı
gibi bilimdeki belli başlı gelişmelerle de evrenin tek bir
gerçeklik üzerinden açıklanamayacağı; evrenin bir
sistemler karmaşasından oluştuğu vurgulanmıştır.
"Nietzsche" de evrenin bir tek değil sayısız anlamı
olduğunu ve bu durumda bilginin tek bir gerçekliğin

temsili olduğu tezinin tutarsızlığının altını çizmiştir.
Oysa ki modernizm çıkış noktası olan Aydınlanma
felsefesi, insanlığın içinde bulunduğu bağnazlıktan, geri
kalmışlıktan kurtarmayı amaçlayan; insanlığın
sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik,
siyasal ve toplumsal bir dönüşüme işaret ederek,
insanlığın gittikçe daha iyi ve üstün bir amaca doğru
hareket ettiğini kabul etmektedir. Modernizmde, bilim
bilgisinin kültür ve gelenekten bağımsız ve öznellikten
arınmış olduğu ve bu bilginin kişiden kişiye ya da
toplumdan topluma değişmeyeceği ortaya çıkmaktadır.
Kısacası Modernizmin dayattığı gerçeklik anlayışıyla,
kurumlar ve bireyler arasında sınırlandırıcı usçulukla
çözülemez karşılıklı bağımlılıkların oluştuğu tek boyutlu
olgular yaratılmaktadır. Post modernizm ise, gerçeklerin
kurmaca yapılarını gösterip, doğruların doğadan doğal
olarak gelmediğini, kültür tarafınadan kabul ettirildiğini
irdelemektedir. "Mitos"lardan günümüze insanlığa gerçeği
anlattığını savunan her türlü yapıt ve anlatım türü, sadece
gerçeğin bir yorumu ve kurmaca anlatımından başka bir
şey olmadığı düşüncesini savunmaktadır.
Özetlersek, post modernizm genel geçerlilik iddiası taşıyan
önermeleri reddeden; gerçeklik, gerçek, doğruluk
anlayışlarını tartışmaya açan; farklılığı ve çeşitliliği
benimseyen; tek ve mutlak egemenliğe karşı çıkan ve
insanı ruh-beden olarak ikiye bölen anlayışla hesaplaşan

bir yapıya sahiptir. Amaç, modernizm eleştirisi ve yeniden
kullanıma sunulmasını sağlamak değil, modernitenin
kendisini tanımlamakta kullandığı temel yapıyı
yapısöküme uğratmaktır.
Yapısöküm denilince ilk akla gelen isim, "Jacques
Derrida"dır. "Derrida"nın yapısöküm anlayışında, gösteren
doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Gösteren ile
gösterilen arasında birebir karşılıklı ilişkiler yoktur. Çünkü
"Derrida" göstergeyi bir ayrımlaşım yapısı olarak görür;
bir yarısı her zaman "orada bulunmaz", diğer yarısı ise her
zaman "o değildir". Gösterenler ile gösterilenler sürekli
olarak yeni birleşimler içinde ya birbirlerinden koparlar
ya da bir araya gelirler. Anlam, kendi karşısında bütünüyle
var olamayabilir ve bunun yerine bütünlüğü sürekli
ertelenen bir yapıdan bahsetmek mümkün olabilir. İşte bu
bütünlük eleştirisi yapısöküm estetiğin en önemli
özelliğidir. Bu noktada gösteren ve gösterilen ikileminden
yola çıkarak, "Derrida" kendi kimliğimizin güvenliği için
değersizleştirilmiş bir "öteki" nin oluşturulmasına karşı
çıktığını ve bu bağlamda batılı aklın korkunç
hiyerarşilerine meydan okuduğunu söyleyebiliriz.
Bu bağlamda gösteren-gösterilen, ben-öteki ile beden-ruh
arasında bir bağlantı kurmak mümkündür. Çünkü
"ben"liğimizi gösteren ruhumuz ise "öteki"leştirerek
gösterilen durumunda kalan da bedenimizdir.

Ruh ve beden nasıl bir bütündür? Birbirini yok ederek mi
yoksa bütünleşmeyen bir bütünlük sağlayarak mı var olur?
Felsefe tarihinde ortaya konmuş pek çok felsefe anlayışı,
beden konusunu hep zihnin karşısına yerleştirerek
düşünmüş, zihne yükledikleri bütün olumlu niteliklere
karşı salt zihinsel olmadığından bedensel olanı çoğu
durumda olumsuz niteliklerle birlikte anmıştır. Geleneksel
olarak beden ile zihin ayrımının yapılmasına yol açan bu
genel tutumda, beden zihnin doğasını, yetilerini, işleyişini
bozan olarak tasarlanmıştır.
Nitekim beden, daha Eski Yunan Felsefesi'nden başlayarak
yaşam boyunca insan tinini(ruhunu) tutsağı olarak kendi
içinde taşıyan bir kafes olarak görülmüştür. Buna bağlı
olarak filozofların çok büyük bir bölümü, insan tinini
bedenden ya da bedensel olandan ayırarak düşünmeye,
bedeni hep zihinle taban tabana zıt konuma yerleştirerek
anlamaya ayrı bir özen göstermiştir. Yine aynı biçimde

Ortaçağ Felsefesine bütünüyle egemen dinsel ya da tanrı-
bilimsel yönelimli düşünüş, Tanrı'nın yüce değerleri

karşısında insan bedenini kötülüklerin ana kaynağı olarak
görmüş, bedensel istekleri diğer dünyada vaad edilen
yaşama ulaşmak adına bu dünyada yerine getirilmesi
gereken ödevlerin önündeki en büyük engel olarak
değerlendirmiştir. Söz gelimi, insanın ahlaksal değerini
bütünüyle tinsel yaşamının niteliğiyle ortaya koyan
Hıristiyan düşüncesi, sürekli bedensel hazların, özellikle

de alçaltıcı bulduğu cinsel hazların peşinde koşan bir
insanı günahkar olmakla suçlamıştır.
Bedenin felsefeden dışlanmasına varan bu kötücül beden
bakışının en iyi görülebileceği yerler arasında
"Pytbagorasçılık", Platonculuk", "İdealizm", "Usçuluk",
"Ortaçağ Skolastik Felsefesi" gelenekleri başı çekmektedir.
Buna karşın felsefe tarihinde bedene yönelik bu olumsuz
yaklaşıma, başta "Stoacılık" ile "Spinozacılık" olmak
üzere çeşitli felsefe öğretilerinde kesin çizgilerle karşı
çıkıldığı, zihin ile beden ayrımının bütünüyle yadsındığı,
zihin ile bedenin birbiriyle özdeşleştirecek denli yakın bir
ilişki içinde kavrandıkları da görülmektedir.
Bunun yanında felsefe tarihinin iki büyük anlayışı
"Maddecilik" ile "İdealizm", beden sorunu karşısında
bütünüyle birbirleriyle karşıt savları ileri sürüyor
olmalarına karşın, bu ikisinin son çözümlemede aynı
sonuca varmış olmaları dikkate değerdir. "Maddecilik"
tinsel kendiliklerin varlığını yadsıyarak zihni tamamen
maddenin bir işlevi olarak temellendirirken, buna karşı
"İdealizm" ise hem bedeni hem de bedensel öğeleri zihnin
ya da bilincin içerikleri olarak değerlendirirken, aslında
her ikisi de sorunu beden gerçeğini bir biçimde yoksayarak
çözüm yoluna gitmiştir. Bu bağlamda ister zihinde
çözüştürülerek kavranıyor olsun ister maddenin uzantısı
olarak tanımlansın, maddeci ve idealist indirgemeci
yaklaşımların hemen hepsi tüm yönleriyle bedeni kavrama

sürecinde büyük açmazlarla karşılaşmaktadır.
Geçmiş felsefelerde "zihin ile beden ikiliği" sorunu
çerçevesinde sunulan görüşler dışında neredeyse bedene
yönelik kapsamlı bir felsefe yaklaşımı sunulmamış
olmasına karşın, çağdaş felsefede beden üstüne yapılan
çalışmaların yoğun bir ilgiyle arttığı görülmektedir. XX.
yüzyıl felsefesinde, bedensel süreçlerin işleyişi ile
düşünsel süreçlerin işleyişi arasında hiç de
küçümsenmeyecek bir bağlantı olduğu ortaya çıkmıştır.
Yine bu bağlamda, dilci felsefelerden görüngübilimci
felsefelere, post-yapısalcı felsefelerden yorumbilgici
felsefelere çoğu eleştirel üstfelsefe anlayışı, zihin ile beden
arasında ne amaçla olursa olsun belli bir ayrım yapmanın
felsefi bakımdan son derece yanlış bir tutum olduğunun
altını çizmektedir.
Beden üstüne yapılan çalışmaların doğasında meydana
gelen bu kırılmanın en temel nedeni ise, öteden beri
metafizik, etik ve varlıkbilgisel varsayımlar doğrultusunda
anlaşılan bedenin; toplumsal, tarihsel ve kültürel
etmenlerin etkisiyle değişen bir kendilik olduğunun
saptanmasıdır. Bu bağlamda post-yapısalcı felsefe, bedeni
nasıl temsil ettiğimizi, bedeni nasıl kurduğumuza yönelik
getirdiği çözümlemelerle beden anlayışımıza yönelik
önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır.Bununla birlikte
insan bedeninin sadece salt biyolojik olarak verili bir
kendilik olmadığını, her durumda toplumsal olarak

kurulup yapılandığını; buna ek olarak farklı işlevdeki
iktidar pratikleriyle bedenin nasıl yapıldığını ve
söylemlere işlemiş iktidar rejimleri tarafından bedensel
deneyimlerin nasıl yeniden üretildiğini açıkça
sorgulamaktadır. Kısaca özetlersek, beden insan
ilişkilerinde ve günümüz tüketim kültüründe bir gösterge
haline gelmektedir. Birbiriyle karşılaşan, yüz yüze gelen
insanlar aynı zamanda göstergeler topluluğuyla da
karşılaşmakta ve bu göstergeler aracılığıyla iletişim ve
diyalog kurmaktadır. Ve bu bağlamda insan bedeni bir
gösterge taşıyıcı durumuna gelmekte, araçsallaşmakta ve
tüketim kültürünün bir unsuruna dönüşmektedir.
İşte post modernist bir bakış açısıyla oluşan beden algısı,
"Jacques Derrida" nın yapısöküm kuramıyla paralellik
göstermektedir. Şöyle ki, Derrida (halihazırdaki doğal
dillerimiz ölürse) gelecekteki felsefecilerin geçmişin ve
şimdinin felsefecilerinin "temsil" sözcüğüyle kastettikleri
şeyin anlayıp anlayamayacağı üzerine düşünürken;
yapısöküm kuramını metinlerin tutarlılığını ve
inandırıcılığını baltalayan farkına varılmamış karşıtlıkları
ya da ikili gerilimleri ortaya çıkarmak için metinlerin
eleştirel okumalarını yapan yaklaşımlar üzerine kurmuştur.
Derrida, "sözcük sözde dışsal bir felsefe sorunun ismi
olarak ele alındığı halde, anlamı felsefe tarihi boyunca
kökünden değişmiştir ve onun benzer tarzlarda kullanıldığı
düşünülüyorsa ve hatta hala hakiki bir bir kullanıma sahip
olduğu düşünülüyorsa, bu bir hatadır" diyerek kuramının

temelini oluşturmuştur. Ayrıca Derrida, "konuşma ve
yazma, zihin ve beden, iç ve dış, iyi ve kötü, varlık ve
yokluk hatta dişil ve eril" arasındaki zıtlıklar kadar doğal
olarak kalması icap eden gizli metafiziksel dizileri
göstermekte; günümüzdeki metafiziğin ötesine geçme
çabalarını sökmeye amaçlayarak, bu ayırımların eleştirel
olarak çözümlenmesi ve bunların kullanımlarındaki
ikilemlerin nasıl olumsuzlanarak muhafaza edildiğini
göstermekle ilgilenmiştir. Bu bağlamda post modernist
algıdaki beden, Derrida"nın dil çözümlemesi gibi yeniden
ve yeniden yapılanır.
Sonuç olarak; günümüz için ( modernizmi eleştiren ama
bir türlü de post modernizmi benimseyemeyen çağımız)
beden ve ruh ikiliğinin bir bütün olarak görüldüğü
söylenebilir belki ama bu noktada yatan en büyük sorun,
artık bedenin dil gibi ( Derrida'nın yapı söküm kuramında
"dil") kurgusal bir boyutta göstergeler aracılığıyla var
olabilen bir unsura dönüşmesidir. Artık beden ve ruh
organik olmayan (kurmaca) bir ortamda karşılaşmaktadır.
Ve bu karşılaşma her defasında yeniden şekillenmektedir.