23 Haziran 2020 Salı

BÜTÜNLEŞMEYEN BÜTÜNLÜK

İnsanlığın post modernizm kavramıyla ilk karşılaşması
1960'lı yıllara rastlamaktadır. Önce edebiyatta daha sonra
da 1970'li yıllarda mimaride kendini gösteren bu kavram,
"Jean François Lyotard" ile birlikte modernizmi
sorunsallaştıran ve bir tartışma ortamı yaratan bir kavrama
dönüşmektedir. Şöyle ki 1979' da Jean François Lyotard'ın
yazmış olduğu "Postmodern Durum" adlı kitap, 'büyük
anlatı'ların artık insanlığın peşinden koşabileceği
gerçeklikten çok bir imaja( kurmaca gerçeklik)
indirgendiği konusunu gündeme getirmiştir. Çünkü
"Büyük Anlatı"lar diğer adıyla meta anlatılar
( Aydınlanma, Tarihselcilik ve İdealizm ) öncelikle II.
Dünya Savaşı ve ardından Nazi rejiminin neden olduğu
kitlesel kıyımlar, daha sonra da soğuk savaş yıllarında
silah yarışının yarattığı nükleer tehdit gibi yıkıcı, yok edici
olgularla birlikte sarsılmış ve böylece modernite
projelerinin (Evrensellik, Rasyonellik, Özgürlük vb)
sonunun geldiği su yüzüne çıkmıştır.
Bununla birlikte "Einstein" in ortaya attığı rölativite
kuramı ve "kuantum" fiziğinin getirdiği belirsizlik kuramı
gibi bilimdeki belli başlı gelişmelerle de evrenin tek bir
gerçeklik üzerinden açıklanamayacağı; evrenin bir
sistemler karmaşasından oluştuğu vurgulanmıştır.
"Nietzsche" de evrenin bir tek değil sayısız anlamı
olduğunu ve bu durumda bilginin tek bir gerçekliğin

temsili olduğu tezinin tutarsızlığının altını çizmiştir.
Oysa ki modernizm çıkış noktası olan Aydınlanma
felsefesi, insanlığın içinde bulunduğu bağnazlıktan, geri
kalmışlıktan kurtarmayı amaçlayan; insanlığın
sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik,
siyasal ve toplumsal bir dönüşüme işaret ederek,
insanlığın gittikçe daha iyi ve üstün bir amaca doğru
hareket ettiğini kabul etmektedir. Modernizmde, bilim
bilgisinin kültür ve gelenekten bağımsız ve öznellikten
arınmış olduğu ve bu bilginin kişiden kişiye ya da
toplumdan topluma değişmeyeceği ortaya çıkmaktadır.
Kısacası Modernizmin dayattığı gerçeklik anlayışıyla,
kurumlar ve bireyler arasında sınırlandırıcı usçulukla
çözülemez karşılıklı bağımlılıkların oluştuğu tek boyutlu
olgular yaratılmaktadır. Post modernizm ise, gerçeklerin
kurmaca yapılarını gösterip, doğruların doğadan doğal
olarak gelmediğini, kültür tarafınadan kabul ettirildiğini
irdelemektedir. "Mitos"lardan günümüze insanlığa gerçeği
anlattığını savunan her türlü yapıt ve anlatım türü, sadece
gerçeğin bir yorumu ve kurmaca anlatımından başka bir
şey olmadığı düşüncesini savunmaktadır.
Özetlersek, post modernizm genel geçerlilik iddiası taşıyan
önermeleri reddeden; gerçeklik, gerçek, doğruluk
anlayışlarını tartışmaya açan; farklılığı ve çeşitliliği
benimseyen; tek ve mutlak egemenliğe karşı çıkan ve
insanı ruh-beden olarak ikiye bölen anlayışla hesaplaşan

bir yapıya sahiptir. Amaç, modernizm eleştirisi ve yeniden
kullanıma sunulmasını sağlamak değil, modernitenin
kendisini tanımlamakta kullandığı temel yapıyı
yapısöküme uğratmaktır.
Yapısöküm denilince ilk akla gelen isim, "Jacques
Derrida"dır. "Derrida"nın yapısöküm anlayışında, gösteren
doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Gösteren ile
gösterilen arasında birebir karşılıklı ilişkiler yoktur. Çünkü
"Derrida" göstergeyi bir ayrımlaşım yapısı olarak görür;
bir yarısı her zaman "orada bulunmaz", diğer yarısı ise her
zaman "o değildir". Gösterenler ile gösterilenler sürekli
olarak yeni birleşimler içinde ya birbirlerinden koparlar
ya da bir araya gelirler. Anlam, kendi karşısında bütünüyle
var olamayabilir ve bunun yerine bütünlüğü sürekli
ertelenen bir yapıdan bahsetmek mümkün olabilir. İşte bu
bütünlük eleştirisi yapısöküm estetiğin en önemli
özelliğidir. Bu noktada gösteren ve gösterilen ikileminden
yola çıkarak, "Derrida" kendi kimliğimizin güvenliği için
değersizleştirilmiş bir "öteki" nin oluşturulmasına karşı
çıktığını ve bu bağlamda batılı aklın korkunç
hiyerarşilerine meydan okuduğunu söyleyebiliriz.
Bu bağlamda gösteren-gösterilen, ben-öteki ile beden-ruh
arasında bir bağlantı kurmak mümkündür. Çünkü
"ben"liğimizi gösteren ruhumuz ise "öteki"leştirerek
gösterilen durumunda kalan da bedenimizdir.

Ruh ve beden nasıl bir bütündür? Birbirini yok ederek mi
yoksa bütünleşmeyen bir bütünlük sağlayarak mı var olur?
Felsefe tarihinde ortaya konmuş pek çok felsefe anlayışı,
beden konusunu hep zihnin karşısına yerleştirerek
düşünmüş, zihne yükledikleri bütün olumlu niteliklere
karşı salt zihinsel olmadığından bedensel olanı çoğu
durumda olumsuz niteliklerle birlikte anmıştır. Geleneksel
olarak beden ile zihin ayrımının yapılmasına yol açan bu
genel tutumda, beden zihnin doğasını, yetilerini, işleyişini
bozan olarak tasarlanmıştır.
Nitekim beden, daha Eski Yunan Felsefesi'nden başlayarak
yaşam boyunca insan tinini(ruhunu) tutsağı olarak kendi
içinde taşıyan bir kafes olarak görülmüştür. Buna bağlı
olarak filozofların çok büyük bir bölümü, insan tinini
bedenden ya da bedensel olandan ayırarak düşünmeye,
bedeni hep zihinle taban tabana zıt konuma yerleştirerek
anlamaya ayrı bir özen göstermiştir. Yine aynı biçimde

Ortaçağ Felsefesine bütünüyle egemen dinsel ya da tanrı-
bilimsel yönelimli düşünüş, Tanrı'nın yüce değerleri

karşısında insan bedenini kötülüklerin ana kaynağı olarak
görmüş, bedensel istekleri diğer dünyada vaad edilen
yaşama ulaşmak adına bu dünyada yerine getirilmesi
gereken ödevlerin önündeki en büyük engel olarak
değerlendirmiştir. Söz gelimi, insanın ahlaksal değerini
bütünüyle tinsel yaşamının niteliğiyle ortaya koyan
Hıristiyan düşüncesi, sürekli bedensel hazların, özellikle

de alçaltıcı bulduğu cinsel hazların peşinde koşan bir
insanı günahkar olmakla suçlamıştır.
Bedenin felsefeden dışlanmasına varan bu kötücül beden
bakışının en iyi görülebileceği yerler arasında
"Pytbagorasçılık", Platonculuk", "İdealizm", "Usçuluk",
"Ortaçağ Skolastik Felsefesi" gelenekleri başı çekmektedir.
Buna karşın felsefe tarihinde bedene yönelik bu olumsuz
yaklaşıma, başta "Stoacılık" ile "Spinozacılık" olmak
üzere çeşitli felsefe öğretilerinde kesin çizgilerle karşı
çıkıldığı, zihin ile beden ayrımının bütünüyle yadsındığı,
zihin ile bedenin birbiriyle özdeşleştirecek denli yakın bir
ilişki içinde kavrandıkları da görülmektedir.
Bunun yanında felsefe tarihinin iki büyük anlayışı
"Maddecilik" ile "İdealizm", beden sorunu karşısında
bütünüyle birbirleriyle karşıt savları ileri sürüyor
olmalarına karşın, bu ikisinin son çözümlemede aynı
sonuca varmış olmaları dikkate değerdir. "Maddecilik"
tinsel kendiliklerin varlığını yadsıyarak zihni tamamen
maddenin bir işlevi olarak temellendirirken, buna karşı
"İdealizm" ise hem bedeni hem de bedensel öğeleri zihnin
ya da bilincin içerikleri olarak değerlendirirken, aslında
her ikisi de sorunu beden gerçeğini bir biçimde yoksayarak
çözüm yoluna gitmiştir. Bu bağlamda ister zihinde
çözüştürülerek kavranıyor olsun ister maddenin uzantısı
olarak tanımlansın, maddeci ve idealist indirgemeci
yaklaşımların hemen hepsi tüm yönleriyle bedeni kavrama

sürecinde büyük açmazlarla karşılaşmaktadır.
Geçmiş felsefelerde "zihin ile beden ikiliği" sorunu
çerçevesinde sunulan görüşler dışında neredeyse bedene
yönelik kapsamlı bir felsefe yaklaşımı sunulmamış
olmasına karşın, çağdaş felsefede beden üstüne yapılan
çalışmaların yoğun bir ilgiyle arttığı görülmektedir. XX.
yüzyıl felsefesinde, bedensel süreçlerin işleyişi ile
düşünsel süreçlerin işleyişi arasında hiç de
küçümsenmeyecek bir bağlantı olduğu ortaya çıkmıştır.
Yine bu bağlamda, dilci felsefelerden görüngübilimci
felsefelere, post-yapısalcı felsefelerden yorumbilgici
felsefelere çoğu eleştirel üstfelsefe anlayışı, zihin ile beden
arasında ne amaçla olursa olsun belli bir ayrım yapmanın
felsefi bakımdan son derece yanlış bir tutum olduğunun
altını çizmektedir.
Beden üstüne yapılan çalışmaların doğasında meydana
gelen bu kırılmanın en temel nedeni ise, öteden beri
metafizik, etik ve varlıkbilgisel varsayımlar doğrultusunda
anlaşılan bedenin; toplumsal, tarihsel ve kültürel
etmenlerin etkisiyle değişen bir kendilik olduğunun
saptanmasıdır. Bu bağlamda post-yapısalcı felsefe, bedeni
nasıl temsil ettiğimizi, bedeni nasıl kurduğumuza yönelik
getirdiği çözümlemelerle beden anlayışımıza yönelik
önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır.Bununla birlikte
insan bedeninin sadece salt biyolojik olarak verili bir
kendilik olmadığını, her durumda toplumsal olarak

kurulup yapılandığını; buna ek olarak farklı işlevdeki
iktidar pratikleriyle bedenin nasıl yapıldığını ve
söylemlere işlemiş iktidar rejimleri tarafından bedensel
deneyimlerin nasıl yeniden üretildiğini açıkça
sorgulamaktadır. Kısaca özetlersek, beden insan
ilişkilerinde ve günümüz tüketim kültüründe bir gösterge
haline gelmektedir. Birbiriyle karşılaşan, yüz yüze gelen
insanlar aynı zamanda göstergeler topluluğuyla da
karşılaşmakta ve bu göstergeler aracılığıyla iletişim ve
diyalog kurmaktadır. Ve bu bağlamda insan bedeni bir
gösterge taşıyıcı durumuna gelmekte, araçsallaşmakta ve
tüketim kültürünün bir unsuruna dönüşmektedir.
İşte post modernist bir bakış açısıyla oluşan beden algısı,
"Jacques Derrida" nın yapısöküm kuramıyla paralellik
göstermektedir. Şöyle ki, Derrida (halihazırdaki doğal
dillerimiz ölürse) gelecekteki felsefecilerin geçmişin ve
şimdinin felsefecilerinin "temsil" sözcüğüyle kastettikleri
şeyin anlayıp anlayamayacağı üzerine düşünürken;
yapısöküm kuramını metinlerin tutarlılığını ve
inandırıcılığını baltalayan farkına varılmamış karşıtlıkları
ya da ikili gerilimleri ortaya çıkarmak için metinlerin
eleştirel okumalarını yapan yaklaşımlar üzerine kurmuştur.
Derrida, "sözcük sözde dışsal bir felsefe sorunun ismi
olarak ele alındığı halde, anlamı felsefe tarihi boyunca
kökünden değişmiştir ve onun benzer tarzlarda kullanıldığı
düşünülüyorsa ve hatta hala hakiki bir bir kullanıma sahip
olduğu düşünülüyorsa, bu bir hatadır" diyerek kuramının

temelini oluşturmuştur. Ayrıca Derrida, "konuşma ve
yazma, zihin ve beden, iç ve dış, iyi ve kötü, varlık ve
yokluk hatta dişil ve eril" arasındaki zıtlıklar kadar doğal
olarak kalması icap eden gizli metafiziksel dizileri
göstermekte; günümüzdeki metafiziğin ötesine geçme
çabalarını sökmeye amaçlayarak, bu ayırımların eleştirel
olarak çözümlenmesi ve bunların kullanımlarındaki
ikilemlerin nasıl olumsuzlanarak muhafaza edildiğini
göstermekle ilgilenmiştir. Bu bağlamda post modernist
algıdaki beden, Derrida"nın dil çözümlemesi gibi yeniden
ve yeniden yapılanır.
Sonuç olarak; günümüz için ( modernizmi eleştiren ama
bir türlü de post modernizmi benimseyemeyen çağımız)
beden ve ruh ikiliğinin bir bütün olarak görüldüğü
söylenebilir belki ama bu noktada yatan en büyük sorun,
artık bedenin dil gibi ( Derrida'nın yapı söküm kuramında
"dil") kurgusal bir boyutta göstergeler aracılığıyla var
olabilen bir unsura dönüşmesidir. Artık beden ve ruh
organik olmayan (kurmaca) bir ortamda karşılaşmaktadır.
Ve bu karşılaşma her defasında yeniden şekillenmektedir.