23 Haziran 2020 Salı

SEN Mİ, ZEN Mİ?

Yığınlarla bağırış, çağırış, yakarış içinde gerçek küçük bir
cam parçası gibi durur.
Kimsenin bir şey bilmediği gerçeği.
Peki ya cam parçasının üstündeki kan damlası?

Bilmediğimizi düşündüğümüz aslında nedir? Cevap tektir;
hayatımızın sonunda başımıza gelecekler.. Bu geçişten
sonra varlığımızdan geriye kalan bizi hatırlar mı?
Kendinden ne olarak bahseder?

Bu bilinmeyene alabildiğine hızla mı ulaşırız? Derin bir
tefekküre dalıp, zihnimizin ulaşabileceğimiz en ufak
ayrıntılarına bile dalarak mı ulaşırız? Yoksa daha hızlı
koşarak veya daha derin uyuyarak mı?

Bazılarının gözleri hep karşı kıyıdadır. On yıllık veya yüz
yıllık süre, sonsuzla karşılaştırıldığında bir hiçtir. Peki
sonsuzluğun renkleri bu yüz yıllık sürede mi belirlenir?

Canlı varlıkları güdüleyen, gerçekten sadece hayatta

kalmak ve üremek midir? Biz de daha büyük bir
organizmanın başı belada olsa, hücreler gibi düşünmeden
kendimizi yok eder miydik? Örneğin ozon tabakasını
delerek dünyanın veya galaksimizin geleceğini tehlikeye
attığımız için sonun tahmin etmediğimiz kadar yakın
olduğunu bilsek, gezegeni veya evreni kurtarmak pahasına
kendimizi feda eder miydik?

Halbuki bazen ilk ve son olduğundan başka bir şey
bilmediğimiz hayatımızı neler uğruna feda ederiz. Daha
doğmamış bir bebeğin hayali, asla görülmemiş bir şehir, ya
da kendi mutluluğunun formülünü bile çözmemiş birinin
istek ya da beklentileri. Bizden bugünümüzü, gençliğimizi
ya da enerjimizi alıp götürüverir. Bir hayal ne kadar parlak
kurulursa ve ne kadar çaba gösterilirse onun için; gelen
zamanı da kendi fedakarlığı ile değerlendirir.

Ölümden sonrası hakkında bir beklenti, bir dilek, umut ya
da teselli olabilir. Görünen gerçek ise bedenin
elementlerden birine karışması, bilincin ise yok olması ya
da başıboş dağılmasıdır. Yok olmak deyip geçmemek
lazım. Bu yok olma korkusu ile insan, gördüğü her şeye
saldırır, her şeyde bir iz bırakmaya çalışır. Bilinç veya
bilinçaltı düzeyde her şey bu korku tarafından yönlendirilir
ve onun rehberliğinde tasarlanır. İnsan, sevdiklerini
kaybetmek, bir eşyasını veya eserini yitirmek, kurduğu bir

ilişkiyi ya da dostluğu zedelemek gibi nedenlerle korku
duyar, bu korkusunu itiraf eder fakat onun için her şeyin
sonu anlamına gelen ölüm konusunda pervasız kalır.
Yapabileceği hiçbir şey olmadığına binlerce yıl önce
genleri emin olmuş, ve bu olayın daha da üstüne
gitmemeye karar vermiş gibidir.

‘Hayatın bir gün hatırlanmayan bir zamanda tasarlanamaz
bir şekilde cansız maddeden çıktığı doğru ise,
varsayımımıza göre hayatı yok etmeye ve inorganik hali
tekrar kurmaya eğilim gösteren bir içgüdünün yaratılması
da böyledir. Hayatın bütün yürüyüşlerinde kendini
gösteren bir ölüm dürtüsü kendi kendini yıkmanın da
anlatımıdır. Onlardan daha büyük birlikler kurmak için
daima daha çok canlı maddeler toplamaya eğilim gösteren
erotik güdüler ve bu eğilime karşı koyan ve canlı maddeyi
tekrar inorganik hale getiren ölüm dürtüleri. Ve onların
yarışmasından ve çatışmasından doğan hayatın
olayları..’[1]

Ölüm sonrasını bilmeyiz. Fakat yaşadığımız her zaman
diliminden bir şeyler çıkarıp, öğrenerek ve yeni
öğrendiklerimizle eski benliğimizi değiştirerek, ödevimizi
yaptığımıza inanırız ve bizi izleyen her neyse ondan taktir
bekleriz ki, bizi boşluğa terk etmesin. Bir varlık kıpırtısı,
bir paylaşım, bir teselli versin..

Felsefe, soruların ilkine ve sonuna meraklıdır. Her filozof
ağırlığı altında ezildiği, veya peşine takılıp büyüsüne
kapıldığı etken ile kendini bularak, insanlara oluş hakkında
fikir ve esin verir. Ölümün ve yok olma korkusunun
geçilmez duvarına toslayan kafa, acısıyla teselli bulur. Bu
acı, bir gerçekliğe delalettir ve bunun üzerine gerçek ve
sürekli olan araştırılmaya başlar. Heidegger, kurduğu
düşünce sisteminde, sokaktaki adamın ölümünün
kesinliğinden hareket ederek, kendi ölümüne, kendi
ben’inin sonluluğuna ve bunun kesin bir olgu olmasına
dayanır. Ancak bu tecrübe de kendisinin değil bir
başkasınındır.
Çağdaş felsefe; eski çağ filozoflarının aksine (Thales
suyu , Anaksimanes havayı, Harakleitos (475 MÖ) ateşi ve
Eksenofones toprağı, Eflatun (347 MÖ) ideleri, Aristo
madde ve cevheri başlangıç noktası alır) İbn Sina’dan
başlayarak (1037 MS) insanın ben’inden yola çıkar ve onu
esas alır.

Varlığın Fenomonolojisi

İbn Sina’ya göre yokluk varlığın zıttı olamaz çünkü eğer
öyle olsaydı, ikisi birleştiğinde bir bütünü oluşturmaları
gerekirdi. İbn Sina A’dan Z’ye maddeler halinde insanın

varlığını ispatlama yolunu açıklar. [2]

A)‘Kendine dön ve düşün’. Doğru bir anlayışla bir şeyi
anlayacak şekilde sıhhatli, dahası diğer durumlarda
bulunduğun zaman, kendini bilmez, zatının varlığından
gafil olur musun? Bana göre bu uyanık olanın durumudur.
B) Uyuyan uykuda iken, sarhoş sarhoşluk anında, eğer
zatını zihninde kavrayamazsa kendini doğrudan doğruya
bilemez.
C) Kendinin ilk anda sağlam, akıllı ve sıhhatli bir şekilde
yaratıldığını tahmin etsen ve böyle bir durumda ve şekilde,
kendi parçalarını görmediği ve uzuvlarının birbirine
değmeyip birbirinden ayrı olarak berrak havada bir an asılı
olduklarını farz ettiği taktirde, insanın kendi varlığı ve
inniyetinden başka hepsinden gafil olduğunu (yani
hiçbirini algılamadığını) görürsün.
D) O halde, önce şu, sonra bu durumda kendini ve zatını
ne ile duyuyorsun? Senin zatını duyan kimdir?
...............
İ) Kendine bir bak. Senden duyulanın ne olduğunu o,
gözünün senin cildinden algıladığı şey midir, biliyor
musun?

J) Hayır, değil. Cildinden (bedeninden) ayrılsan ve o
değişmiş olsa bile ‘sen’ yine sensin.
..................................................................

Dinler, öbür dünyanın rehberliğinde yaşamımıza bir şekil,
düzen ve çizgi vermeye çalışır. Akıl, öbür dünya olmasa da
kendimiz için de bir düzen oluşturabileceğimizi söyler.

Freud’un anlatımı ile dinler insanları evrenin başlangıcı ve
kuruluşu üzerine aydınlatır, onlara öbür dünyanın
mutluluğunu sağlar ve tüm otoritesiyle onların yargı ve
eylemlerini düzenler. Bilim bazı tehlikeleri önlemeyi
başarabilir ancak insanın acısını hafifletemez ve insanlara
boyun eğmeyi öğütlemek zorunda kalır.’

Meditasyon ise bize sadece zihinden ibaret olmadığımızı
anlatır.
Bilincimizi muhafaza etme, iletme ya da nakletme
şansımız varsa, bizim için umut vardır.
Ya da bilinçten sızmaya çalışırız.

Kafesimizi kıramazsak hiçbir zaman için bir sonsuzluk
yaratamayız.

Zen Budizmi için, serbest bırakmak amaca ulaşmanın
yoludur. 1200 senesinde doğan Dogen ‘Aydınlanma ve
Uygulama aynı şeydir’ der. Yaz, kış, yağmur ve kar;
bilincin farklı seviyeleriyle uygulamayı buluşturur.
Uygulama devamlı ve sürekli olmalıdır ki, katmanlar
birbiri ardına aralansın ve gerçeğin saf dokusu algımıza
ulaşsın.
Dogen, Soto Zen’i Hindistan’dan Japonya’ya taşıyan
kişidir. Dogen de kendi hocasından bedeni ve zihni
unutana kadar yoğunlaşmaya devam etmeyi öğrenmiştir.
14. yüzyılda yaşayan Zen ustası Ikkyu, sekiz yıllık
öğrencisi ‘en uç noktadaki anlayışın sırrı nedir’, diye
sorduğunda ‘Yoğunlaşmak’ diye yanıtlar. Cevaptan tatmin
olmayan öğrenci tekrar sorduğunda ‘Yoğunlaşmak.
Yoğunlaşmak’ diyerek yineler. Öğrenci, bunda derin bir
anlam göremediğini söylediğinde; ‘Yoğunlaşmak.
Yoğunlaşmak. Yoğunlaşmak’ der Ikkyu. Ve öğrenci peki
‘yoğunlaşmak nedir’ diye sorar. Ve Ikkyu kibarca cevaplar;
‘Yoğunlaşmak yoğunlaşmaktır.’[3]

Temel fikir, uyanık ve yoğunlaşmış durumda kalmak,
tamamen o anda olabilmek, başka hiçbir şeye dikkat

göstermemek ve her şeye yorumsuz kalabilmektir. Duyu
organlarımızın ve beynimizin her şeye dikkat gösterip,
ölçüp biçen tavrından çıkarak saf farkındalık durumunu
ararız. Düşünceler ve sesler yükseldiğinde başa dönerek
‘an’a yerleşiriz. Anlamak bir an sürer ve zihin devreye
girdiğinde yeni sorular ve sorunlar ortaya çıkar. ‘Bırak
gitsin’ der zen ustası. Onu kötü veya iyi diye yargılama.
Eğer düşünceler kendi haline bırakılırsa, kendi yollarında
giderler. Ve farkındalık ile birlikte, sen ve diğerleri
arasındaki fark süzülür. İkilemden kurtulursun.

‘Acaba hepimizin ben dediği aynı şey olabilir mi?’

Eğer öyleyse, hepimizin uzun zaman önce aynı denizden
aldığımız bir kap su; koşmalar, düşmeler, itişmeler
sırasında çalkalanıp eksilmiştir.
‘Arzunun önünü kesemiyorsan, arzuyu bitir’ der Buda.
Budistlerin amacı, her harekette uyanık kalmak, hayatın
her devresinde farkındalıktır, uykudayken bile. Her an her
şeye açık ol ve geçmişinde ya da geleceğinde kaybolma.
Normal yaşamda düşüncelere ve planlara kendimizi
kaptırırız ve algımız otomatikleşerek söner. ‘An’da
olabilme bilgisi ve bedenin doğasına sızmak algılarımızı
tekrar açar ve gerçeklik hissimizi yüceltir. Varlık

alanlarımızı çeşitlendirip, derinleştirdikçe bilgimiz ve
duyularımız daha geniş katmanlara açılır.

Konsantrasyonun en temel noktası nefestir. Değişik
tekniklerle nefes çeşitlenir; soluma oranı, derinliği, göğüs
ve karın öncelikli oluşu gibi farklı nefes deneyimleriyle
farkındalık üzerinde güç kazanılır. Nefes bedenle birleşir;
içimizdeki suyu hareketlendirir ve ateşi yakar. Nefes bizi
dik ve hayatta tutar.

Geleneksel Meditasyon oturuşları, tam ve yarım lotus
pozisyonudur, amacı durağan ve rahat bir pozisyonda sırtı
dik tutarak, sinir sistemini nötürlemek ve uzun saatler
bedeni rahatlatabilmektir. Uzun meditasyonlarda ufak
yürüyüşler veya koşu da mümkündür. Aslında meditasyon
her pozisyonda yapılır ve hedef, meditasyonu hayatın tüm
aktivitelerine yaymaktır.

Budizm ve Psikoloji

Budizm ve psikoterapi kişiyi dönüştürmeyi hedefler. Fakat
metotları oldukça farklıdır. Psikoterapi tam ve bütün bir
kimlik yaratmayı hedefler, Budist psikoloji ise kimlik

hissini temelden değiştirir. Önemli olan insanların
yaşamını iyileştirmek ve daha mutlu kişiler yaratmaktır.
Hedefe mahkum olmak daha büyük sorunlara da neden
olabilir. Aslında biz doğru olduğunu düşündüğümüz ve
inandığımız ne ise onu yaparız. Sonuçlar ise yolun
uzunluğunu belirleyecek olan değişik algı ve hisler yaratır.
Ruhsal yolda hiçbir soru cevapsız kalmamalıdır. Çünkü
amaç mutluluktan daha ötededir.

Ruhsal özgürleşme, bazılarına göre, terapinin bitiminden
sonra başlar. ‘ Eğer kendini unutacaksan, önce en iyisini
yarattığına emin ol. Çünkü ‘hiç kimse’ olmadan önce,
‘biri’ olmuş olman lazım.’
Bu yüzden ruhsal güçler, hayatın kimi zorluklarından
kaçabilmek amacını taşıyan kişilere sunulmaz. Hayatta
kimi müfakatlar kazanabilmek için de kullanılabilir
nitelikleri yoktur. Kuvvet, mücadelenin son aşamasıdır. En
geniş daireyi isteyen zeka, alçak tepelerle yetinmez.
Kendine bu yüzden zorluklar çıkarır. Güç kazanmak için
yokuş yukarı çıkar. Ancak yapabileceğimiz her şeyi
yaptığımıza inandıktan sonra kaygılanmama ödülünü
kendimize veririz.

Eğer gerçekten bakarsan, der Zen ustası, tek bir dünya

vardır, ve bu hep senin önünde olandır. İçerisi ve dışarısı
yoktur. Zen meditasyonu her yerde yapılabilir. Bir metre
önünüzde bir nokta seçerek, merkezde odağınızı
toplayarak ve nefesin yardımıyla sadece orada olmaya
odaklanarak..

Zen Soruları

Zen soruları bize yoğunlaşma, meditasyon ve yoga
esnasında ne ‘düşünmeyeceğimizi’ anlatır. Günlük zihinsel
boşluklar, çukurlar, tekrarlar, şüpheler ve sorular bir an
için sussun. Hepimizin içine girebileceği o tek ve biricik
an kalsın.

Zen soruları samsara adı verilen illüzyondan kurtulmanın
bir yoludur; en küçük daire zamanınkidir. Zaman mekan
ve ölüm doğum döngüsünden kurtulmak için boşluk ve
kendilikten çıkmaya ihtiyaç duyulur.
Sen doğmadan önce yüzün neye benziyordu?
Kaç tane kafan var?

Anlamın Dansı

Ruhsal yolun tek bir şifresi ya da formülü yoktur.
‘Kaygılanın’ der, çözümü sizde saklı olan ve insanların
yaşamını belirleyen olaylar için. ‘Endişelenin’ der doğa
yok olurken ve son ümit son zerresine kadar tükenirken, en
son yitecek kaplan, fil ya da leopar için. Bize verilen veya
binlerce yıl içinde oluşan doğal yeteneğimizi, enerjimizi
ya da iyileştirme gücümüzü kullanırız. Fakat yalnızca
kendimiz için değildir becerilerimiz ve başkalarına hizmet
ettikçe yerleşirler. Kendine dönmek nasıl bir erdem ise,
kendinden çıkmak da fazilettir.

‘Zihnin dışında bir gerçeğin olduğunu bul. Ki sen
buldukça yeni alanın çoktan yazılmış kuralları okuman
için önüne çıksın.’ Hayatta tek bir formül, tek bir sır
bulunamaz. Anlamak için ya hepsini öğrenirsin, ya da
insanlara güvenirsin. Suskun kalmak, yorumsuz kalmak,
ancak doğa olaylarına karşı tesellimizdir. İnsanlara, kendi
bildiğimizi anlatmak ve resmin buradan görünen kısmını
ulaştırmak için sadece sevgimizi değil, derdimizi,
şikayetimizi ve öfkemizi de anlatmamız gerekir.
İfadesindedir sırrı iyi niyetin, öfke yok değildir, sadece
zamanlaması vardır.
Dilin tüm imkanlarından yararlanılır, tek cümleye hapis
olmadan.

Doğudan batıya kuzeyden güneye bakmak gerekir tek bir
anı bile birlikte yaşayabilmek için ve yaz, kış ile tüm
baharlar sürer dirayetin.
Oradan oraya bakarsın ve bir süre sonra her insandaki
aynıyı görürsün.

İç insan ile dış insanın birlikte bir bütün oluşturduğu
düşüncesi, Hippokrates’in yüce ilkenin bölünmez biçimde
bulunduğu mikrokozmoz ya da en küçük parça fikrini akla
getirir. Eskiler ‘Her şey tanrılarla dolu’ demiştir. Bu
tanrılar ‘şeylere yayılan tanrısal güçlerdir’. Zerdüşt onlara
‘tanrısal çekimler’ der, Synesius ise, ‘simgesel baştan
çıkarıcılar’ diye adlandırır. Agrippa’ya göre ‘alçak
şeylerde, daha büyük ölçekte yüksek şeylerle
bağdaşmalarını sağlayan belli bir yeti’ vardır.[4] Jung’a
göre bu sinkronisite yani eşzamanlılıktır ve O bunu
‘anlamın dansı’ olarak görürdü.

İnsan, mikro kozmik doğası aracılığı ile göğün ya da
makro kozmosun oğludur. Mitraik bir kuttören kitabında,
din üyeliğine alınan kişi ‘Seninle gezen bir yıldızım
ben.’der.

Simyada mikrokozmoz, rotundum ile aynı öneme sahiptir.
Rotundum, Monad diye de bilinen gözde bir simgedir.