23 Haziran 2020 Salı

ANALİTİK PSİKOLOJİ

CARL GUSTAV JUNG
Psikanaliz alanındaki çalışmalarıyla bir asra damgasını
vuran Freud terapinin amacının bilinçaltını bilinçli hale
getirmek söylemişti. Ve bir teorisyen olarak bunu
çalışmalarının baş hedefi yaptı. Fakat aynı zamanda
bilinçaltını pek de hoş bir şey olarak algılamamamıza yol
açtı; burası yanan arzuların , kötü huylar ve cinsel
tutkuların derin çukuru, korkulu deneyimlerin gömüldüğü
bir yerdi. Bu haliyle bilinç yüzeyine çıkarmak
isteyeceğimiz bir şey değildi.

Onun genç çalışma arkadaşlarından Carl Gustav Jung ise
içimizdeki bu uzayı araştırmayı hayatının ve
çalışmalarının amacı yapacaktı. Jung Freudyen teoriyle
güçlenmiş temelinin yanında mitoloji, din ve felsefe
alanlarında derin bir bilgiye sahipti. Özellikle Siyonizm,
Kimya, Kabala ve Hinduizm ve Budizm’deki benzerleri
gibi karmaşık mistik geleneklerin sembollemeleri
konusunda oldukça bilgiliydi.

Jung ayrıca rüyalar ve zaman zaman görüntülerle ileriyi
algılama kapasitesine sahipti. 1913 sonbaharında dev bir
selin Avrupanın büyük bir bölümünü içine alarak doğduğu
yer olan İsviçre’nin dağlarında durduğu hayalini gördü.

Yüzlerce insan sularda boğuluyor ve medeniyet
yıkılıyordu. Ardından sular kana dönüşüyordu. Bu
görüntüyü daha sonraki haftalarda sonsuz kışın, kandan
nehirlerin rüyaları takip etti. Jung bunun bir psikoza
dönüştüğünden endişe etmeye başlamıştı.

Aynı yılın Ağustos’unda 1. Dünya Savaşı başladı. Jung bir
bağlantı olduğunu hissetti; bir birey olarak kendisi ve
genel anlamda insanlık arasında açıklanamayan bir tür
bağlantı vardı. Jung o tarihten 1928’e kadar, daha sonraki
tüm teorilerinin temelini oluşturacak ve bir bakıma acı
veren bir benliğini arama sürecine girecekti.
Jung tüm rüyalarını, fantazilerini, hayallerini dikkatlice
kaydetmiş; ayrıca onları çizerek, resmederek ve
heykellerini yaparak göz önüne sermiştir. Deneyimlerinin
kendilerini kişileştirme eğiliminde olduklarını gören Jung,
bu keşfinin sonunda yaşlı bir bilgin ve onun yanındaki
küçük bir kızla karşılaşmıştır. Yaşlı bilgin bir dizi rüyadan
sonra bir tür ruhsal rehber haline dönüşmüş; küçük kız ise
dişi ruh “anima”yı temsil ederek onun biliçaltının
derinlikleriyle iletişime geçmesinde temel araç olmuştur.
Jung’un anlatımıyla bilinçaltının kapısında derimsi
kahverengi bir cüce bekliyordu. Bu, Jung’un egosunun
ilkel yoldaşı “gölge” idi. Jung rüyasında kendisinin ve
cücenin “Siegfried” adını verdiği sarışın güzel bir genç

kızı öldürdüğünü gördü. Jung’a göre bu, bir süre sonra tüm
Avrupada derin bir üzüntü yaratacak zafer ve kahramanlık
düşkünlüğünün tehlikelerine işaret eden bir uyarıydı –aynı
zamanda da kendisinin Sigmund Freud’u
kahramanlaştırma eğiliminin tehlikeleri hakkında bir
uyarı!
Jung ölüler ile ilgili de pek çok rüya gördü; ölüler, ölülerin
toprakları ve ölülerin yükselişi hakkında. Bunlar
tamamıyla bilinçaltını temsil ediyordu –Bu Freud’un
üstünde fazlaca durduğu nispeten “küçük” kişisel bilinçaltı
değil, tüm insanlığın kollektif bilinçaltıydı ve tüm ölüleri,
kişisel hayaletlerimiz de dahil, kapsayabilirdi. Eğer
mitolojiyi, geçmişi yeniden anımsayabilirsek, bu
hayaletleri de anlayabilecek, ölülerden huzursuz
olmayacak ve zihinsel hastalıklarımızı iyileştirebilecektik.
Jung’u eleştirenler basitçe Jung’un kendisinin de tüm
bunlar olurken hasta olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat
Jung’a göre ormanı anlamak istiyorsanız, yalnızca kıyıda
bir ileri bir geri gezinmekle yetinemezsiniz. Ona
yaklaşmalı ve içine girmelisiniz, ne kadar tuhaf ve
ürkütücü görünürse görünsün...

Eşzamanlılık –Jung’un Gerçekliğe Yanıtı
Bilim Çağının prensi olarak bilinen ünlü düşünür Carl

Gustav Jung, çalışmalarıyla entellektüel dünyanın devi
haline gelmiştir. Jung, analitik psikanalizin kurucusu
olarak kabul edilmektedir. Freud’un yakın bir çalışma
arkadaşı olan Jung 1914’te ondan bağımsız olarak kendi
analitik psikoloji ekolünü oluşturmuştur. Jung’un kurum
testleri, ESP, öngörü, nedensel astrolojik kesişimlerin
bağladığı “anlamlı rastlantılar” üzerindeki çalışmalarından
elde ettiği bilgiden aldığı ilham, ümit verici ama
tamamlanmamış istatistiki verilerden güç alan ipuçlarıyla
birleşince bu, bir kollektif bilinçaltı teorisinin gelişmesini
sağlamakla kalmamış aynı zamanda kültürel araştırmalar,
özellikle mitoloji ve din üzerine yapılan çalışmalar
üzerinde önemli etkiler doğurmuştur.

Jung her ne kadar bilimselliğin gücüne inanıyor ve gerçeği
bulma yolunda uygulamacı methodları herkes kadar
kullanıyorduysa da, bilimsel anlayışın doğal ve sosyal
dünyaların insan-dışılaştırılmasına yol açtığını söylemiştir.
“Doğal fenomenleri daha önceden olduğu gibi bilinçsizce
kabulleniş kayboldu”. Sorunun temeli ontolojik iddiaların
standart karmaşık kümesinde yatar. Jung, ısrarla zihnin
öğelerinin en az dış dünyada gördüklerimiz kadar gerçek
olduğunu vurgulamıştır; kastettiği şey açıkça ortadadır ve
kimse reddedemez.

1951’de İsviçre’deki Eranos Konferansında verdiği bir

derste, Jung klasik eşzamanlılık olarak gördüğü olaylara
örnekler vermiş ve bunları zihinsel olayların hem
rüyalarda hem de uyanıklık halinde kollektif bilinçaltını
sembolik ve fiziksel varlık eş düzlemlerinde etkilemekle
kalmayıp ondan etkilendiklerine ve çoğu zaman zaman,
uzay ve istatistiki olasılık kavramlarını aştıklarına bir kanıt
olarak göstermiştir.

TEORİ
Jung’un teorisi, insan zihnini 3 bölüme ayırır. Bunlardan
ilki Jung’un bilinçli akıl olarak tanımladığı ego’dur.
Bununla yakından bağlantılı ikinci bölüm ise kişisel
bilinçaltıdır ve o an için bilinç düzeyinde olmayan ama
bilinç düzeyine çıkabilecek herşeyi içerir. Kişisel bilinçaltı
pek çok kişinin algıladığı bilinçaltı şekline benzer; akla
kolayca getirilebilecek olan anıları ve bastırılmış olan
diğerlerini kapsar. Ama içgüdüler, Freud teorisinin aksine,
bunun dışındadır.

Jung’un insan zihni hakkındaki teorisine eklediği üçüncü
bölüm aynı zamanda teorisini diğerlerinden çarpıcı bir
biçimde ayırır; kollektif bilinçaltı. Bunu ruhsal kalıtım
olarak da adlandırabiliriz. Burası bir tür olarak edindiğimiz
tüm deneyimlerin depolandığı yerdir; hepimiz bu bilgiyle
doğarız. Yine de hiçbir zaman doğrudan bunun bilincinde

olamayız. Burası tüm deneyimlerimizi ve davranışlarımızı
etkiler, en çok da duygusal olanları. Fakat biz bunu ancak
dolaylı olarak, etkilerini görerek anlayabiliriz.
Kollektif bilinçaltının etkilerini diğerlerinden çok daha
açık bir şekilde gösteren bazı deneyimler vardır: İlk
görüşte aşk, deja vu (o anı daha önce yaşamışsınız hissi)
ve birtakım sembolleri ve bazı mitlerin anlamını hemen
farketme gibi deneyimlerin tümü dış gerçekliğimizin
kollektif bilinçaltıyla ani kesişimi olarak düşünülebilir.
Daha geniş anlamda düşündüğümüzde, tüm dünyadaki ve
tüm zamanlardaki sanatçı ve müzisyenlerin paylaştığı
yaratıcı deneyimler, tüm dinlerdeki mistiklerin ruhsal
deneyimleri ya da rüyalardaki, fantazilerdeki,
mitolojilerdeki, peri masallarındaki ve edebiyattaki
parallellikler kollektif bilinçaltına birer örnektir.

Buna güzel ve son zamanlarda oldukça tartışılan bir örnek
de ölüme yaklaşma deneyimleridir. Ölüme oldukça
yaklaştıktan sonra hayata döndürülen pek çok farklı
kültürel altyapıya sahip bir çok insan birbirine oldukça
benzeyen deneyimlerden söz etmiştir; bedenlerini terk
ettiklerinden, bedenlerini ve onları çevreleyen olayları net
olarak gördüklerinden, ucunda parlak bir ışık olan uzun bir
tünele itildiklerinden ve kaybettikleri yakınlarının ya da
dinsel figürlerin onları beklediğinden ve bu mutlu anı
yaşarken bedenlerine geri dönmekten duydukları düş

kırıklığından bahsetmişlerdir. -Belki de hepimiz ölümü bu

biçimde deneyimlemek üzere yapıldık-
Arketipler

Kollektif bilinçaltını oluşturan öğelere arketipler –
modeller- adı verilir. Jung onları dominantlar, mitolojik ya
da ilkel figürler olarak da adlandırmıştır. Bir arketip, bir
şeyi belirli bir yolla deneyimlemeye yönelik öğretilmemiş
bir eğilimdir.
Arketipin kendine has bir biçimi yoktur, ama gördüğümüz
ya da yaptığımız şeyler üzerinde “düzenleyici bir ilke”
rolünü üstlenir. İşleyişi Freud’un teorisindeki içgüdülerin
işleyişiyle aynıdır: Bir bebek başlangıçta sadece yiyecek
bir şeyler ister, istediğinin ne olduğunu bilmez. Yine de
içinde belli şeylerle tatmin edilip bazılarıyla edilemeyecek
belli belirsiz bir arzu vardır. Büyüyen çocuk ise tecrübeyle
birlikte açken çok daha belirgin bir şey istemeye başlar; bir
şişe, bir kurabiye, ya da mantarlı pizza gibi..

Bir arketip uzaydaki bir kara deliğe benzer; orada
olduğunu yalnızca içine çektiği madde ve ışık sayesinde
anlayabilirsiniz.

Anne Arketipi
Atalarımızın hepsininin anneleri vardı. İçinde ya bir anne
ya da anne yerine geçen bir figürün yer aldığı bir ortamda
yetiştik. Güçsüz bebeklerken bizi besleyen kişi ile bağımız
olmaksızın yaşayamazdık. Bu da bizim bu evrimsel ortamı
yansıtacak şekilde “tasarlandığımız” sonucunu doğuruyor:
bir anne istemeye, onu aramaya, tanımaya, onunla
ilgilenmeye hazır olarak dünyaya geldik.

Bu yüzden anne arketipi belli bir tür ilişkiyi, “annelik”
ilişkisini tanımamızı sağlayan doğuştan gelen bir
yeteneğimiz. Jung , bu konunun biraz soyut olduğunu ve
bu arketipi dünyada, belirli bir kişi üzerinde –çoğunlukla
kendi annelerimiz- yansıtma eğiliminde olduğumuzu
söyler. Çevrede bu arketipi yansıtacak belli bir kişi
bulunmadığında bile, bu arketipi kişiselleştirerek bir
mitolojik “roman” karakteri haline dönüştürmeye çalışırız.
Bu karakter, arketipi sembolize etmektedir.
Anne arketipi ilkel ana ya da mitolojideki toprak ana ile
sembolize edilir; batı inanışlarında Havva ve Meryemle,
ve kilise, ulus, veya bir orman ya da okyanus gibi daha
kişisel sembollerle. Jung’a göre, zihnindeki anne
arketipinin ihtiyaçları gerçek annesi tarafından
karşılanamayan bir kişi ileriki yaşamında kilisede huzur
aramaya veya kendini anavatanıyla özdeşleştirmeye,

Meryem ana figürünü imgelemeye ya da denizde yaşamı
seçmeye eğilim duyacaktır.

Mana
Öncelikle şu anlaşılmalıdır ki, bu arketipler, Freud’un
içgüdüleri gibi biyolojik değillerdir. Daha çok ruhsal
isteklerdir. Örneğin, eğer rüyanızda uzun cisimler
gördüyseniz, Freud bunların phallus’u ve nihayetinde seksi
sembolize ettiği yorumunu yapabilir. Fakat Jung’un çok
daha farklı bir bakış açısı vardır. Ona göre açıkça bir penis
gördüğümüz rüyalar bile doyurulmamış bir seks
ihtiyacından daha farklı şeylere işaret ediyor olabilir.

İlkel topluluklardaki phallic sembolerin doğrudan seksle
ilgili olup olmadıkları şüphelidir. Bunlar genellikle
mana’yı, yani ruhsal gücü sembolize ederler. Bu semboller
özel zamanlarda canlandırılarak toprağı bereketlendirmek,
mahsulleri ya da balıkları artırmak veya birini iyileştirmek
için çağrılmaktadırlar. Penis ve güç, semen ve tohum,
gübre ve bereket arasındaki bağlantı bir çok kültür
tarafından anlaşılmıştır.

Gölge

Seks ve yaşam içgüdüleri Jung’un sisteminde de genel
olarak temsil edilmektedir. Onlar Jung’un gölge adını
verdiği arketipin bir parçasıdır. İhtiyaçlarımızın hayatta
kalma ve üreme içgüdüleriyle sınırlı olduğu, kendimizin
bilincinde olmadığımız ilkel insandan, “hayvan”
geçmişimizden gelen bir parça.

Gölge, egonun karanlık yüzüdür; potansiyel kötülüğümüz
genelde burada saklanmaktadır. Gerçekte gölgenin bir etiği
yoktur; iyi ya da kötü değildir, tıpkı hayvanlardaki gibi.
Bir hayvan yavrularını şefkatle sevme ve avlarını yiyecek
için vahşice öldürme yeteneklerine sahiptir. Ama ikisini de
yapmayı seçmez. Ne isterse onu yapar. O “masumdur.”
Fakat bizim insani bakış açımızdan, hayvanların dünyası
vahşi ve acımasız görünür, bu yüzden de gölge,
kişiliğimizin itiraf edemediğimiz yanlarının saklandığı bir
çöp kutusu haline gelir.

Gölgenin sembolleri, yılan, ejderha, canavarlar ve
şeytanlardır. Gölge çoğu zaman bir mağaranın ya da su
dolu bir havuzun; kollektif bilincin girişinde bizi bekler.
Bir daha rüyanızda şeytanla mücadele ettiğinizi
gördüğünüzde fark edeceksinizdir ki mücadele ettiğiniz
yalnızca kendinizdir.

Persona
Persona sosyal görüntümüzü temsil eder. Persona sözcüğü
person –kişi ve personality –kişilik sözcükleriyle
bağlantılıdır ve Latincede maske anlamına gelen mask
sözcüğünden gelmektedir. Persona kendinizi dış dünyaya
göstermeden önce taktığınız maskedir. Her ne kadar bir
arketip gibi başlasa da, onun farkına vardıktan sonra
kollektif bilinçaltından en uzak olan yanımız olduğunu
görürüz.

Bu en iyi haliyle, toplumun bizden istediği rolleri yerine
getirirken hepimizin vermek istediği “iyi imaj”dır. Fakat
bu aynı zamanda insanların düşüncelerini ve davranışlarını
yönlendirmek için kullandığımız “yanlış imaj” da olabilir.
En kötüsü de bunu asıl doğamız zannedebilmemizdir.
Bazen nasıl görünmek istiyorsak öyle olduğumuza
inanırız.

Anima ve animus
Hayatta oynamak zorunda olduğumuz dişi ya da erkil rol
kişiliğimizin –persona’nın bir parçasını oluşturur. Pek çok
insan için bu rol fiziksel cinsiyetleriyle belirlenmektedir.
Fakat Jung da Freud, Adler ve diğerleri gibi, biseksüel bir
doğaya sahip olduğumuzu hissetmiştir. Yaşamımıza bir

fetus olarak başladığımızda, farklılaşmamış cinsel
organlara sahiptik; bunlar ancak zamanla ve çeşitli
hormonların etkisiyle dişi ya da erkek halini almıştır. Aynı
şekilde bir bebek olarak sosyal yaşamımıza
başladığımızda, sosyal açıdan ne erkek ne de dişiydik.
Fakat neredeyse eşzamanlı olarak -pembe ve mavi
kurdelalar gibi şeylerle – bizi yavaş yavaş erkeğe ya da
kadına dönüştüren toplumun etkisine girmişizdir.

Tüm toplumlarda erkek ve kadın rollerinden beklentiler
farklıdır; bu genellikle üremedeki farklı rollerimizi temel
alır, fakat çoğu zaman tamamen geleneksel bir çok detayı
da içerir. Günümüz toplumunda, hala bu geleneksel
beklentilerin izlerini taşırız. Kadınların hala daha şefkatli
ve daha az agresif olmaları, erkeklerin ise hala güçlü ve
duygusal açıdan dayanıklı olmaları beklenir. Jung’a göre
bu beklentiler bizim potansiyelimizin ancak yarısını
geliştirebildiğimizi gösterir.

Anima, erkeklerin kollektif bilinçaltındaki dişi yanı,
animus ise kadınların kollektif bilinçaltındaki erkil yanı
temsil etmektedir. İkisi birlikte “syzygy” olarak
adlandırılır. Anima anlık ve sezgisel davranan genç bir kız,
ya da bir cadı veya toprak ana olarak kişileştirilebilir.
Genellikle derin duygusallık ve hayatın gücüyle
bağdaştırılır. Animus yaşlı, bilge bir adam, bir sihirbaz, ya

da çoğu zaman birden çok erkek olarak kişileştirilebilir ve
bu figür genelde mantıklı, gerçekçi ve hatta tartışmacıdır.

Anima ya da animus genel anlamda kollektif bilinçaltıyla
iletişim kurmamızı sağlayan arketiptir. Aynı zamanda aşk
yaşamımızın büyük bir bölümünden de sorumludur. Biz,
bir antik Yunan efsanesinde söylenildiği gibi, karşı cinste
diğer yarımızı, Tanrıların bizden aldığı diğer yarıyı, ararız.
İlk görüşte aşık olduğumuzda bu, zihnimizdeki anima ya
da animus arketipine oldukça uyan biriyle karşılaştık
demektir.

Diğer arketipler
Jung, arketiplerin basitçe listeleyip ezberleyebileceğimiz
belli gruplara ayrılmadığını ve sabit bir sayılarının
olmadığını söylemiştir. Bunlar içiçedir ve gerektiğinde
birbirleri içinde kolaylıkla eriyebilirler ve mantıkları
geleneksel türde değildir. Yine de Jung diğer belirgin
arketiplere şu örnekleri vermiştir:

Annenin yanında başka aile arketipleri de vardır. Baba,
genellikle bir rehber ya da bir otorite figürü olarak
sembolize edilir. Ayrıca, aile arketipi de vardır. Bu, kan
bağını ve bilinçli nedenlerden daha derinlere inen bağları

temsil etmektedir.

Ve çocuk; mitoloji ve sanatta çocuklarla, özellikle bebekler
ve diğer küçük yaratıklarla temsil edilmiştir. Çocuk,
geleceği, oluşu, yeniden doğuşu ve kurtuluşu sembolize
eder. Batılılar kış dönümündeki Noelde İsanın doğuşunu
kutlarken, bu dönem, güneşin kendilerine yeniden
dönüşünü kutlayan kuzeydeki ilkel kültürler için de
geleceği ve yeniden doğuşu temsil eder. Çocuk arketipi
çoğu zaman diğer arketiplerle karışarak çocuk-tanrıya ya
da çocuk-kahramana dönüşür

Çoğu arketip öykü karakteridir. Kahraman bunların
başlıcalarındandır. O mana –güç kişiliğidir ve kötü
ejderhaları yenen kişidir. O, temelde –bizim öykünün
kahramanı olarak sembolleştirdiğimiz- egoyu simgeler ve
zamanının çoğunda ejederhalar ve canavarlar kılığına
bürünen gölgelerle savaşır. Ne yazık ki kahraman, bir
pozisyon olarak seçilebilmek için fazlaca saftır. Sonuçta o,
kollektif bilince giden yollara dikkat vermez.

Kahraman, sık sık bakireyi kurtarmak için yola çıkar. O,
saflığı, masumiyeti ve tecrübesizliği temsil etmektedir.
Kahramana yolunda yaşlı, bilge adam rehberlik eder. O
animusun bir biçimidir ve kahramana kollektif bilincin

doğasını gösterir. Karanlık baba arketipi ise gölgeyi, gücün
karanlık yüzünün hakimini simgeler. Ayrıca bir hayvan
arketipi de vardır; insanlığın hayvan dünyasıyla ilişkilerini
temsil etmektedir. Kahramanın sadık atı buna bir örnek
olabilir, yılanlar da çoğu zaman hayvan arketipinin
sembolü olmuşlardır ve oldukça zeki oldukları düşünülür.
Sonuçta hayvanlar doğalarına bizden çok daha yakınlardır.

Hakkında konuşulması daha güç bazı arketipler de vardır.
İlk adam bunlardan biridir ve batı dininde Adem’le
sembolize edilir. Bir diğeri Tanrı arketipidir; evreni
anlamaya, olanlara bir anlam vermeye, herşeyi bir amacı
ve bir yönü varmış gibi görmeye olan ihtiyacımızı gösterir.

Hermafrodit, hem dişi hem erkek, karşıtlıkların birleşimini
temsil eder. Tüm arketiplerin en önemlisi ise benliktir.
Benlik kişiliğin nihayi birliğidir ve çember, haç ve Jung’un
da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle
sembollenmiştir. Mandala, meditasyonda, dikkati
merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir; bu
bir geometrik figür gibi olabileceği gibi renkli camdan bir
pencere de olabilir. Benliği en iyi temsil eden
kişiliklendirmeler mükemmelliğe ulaştıklarına inanılan İsa
ve Buda gibi figürler olmasına rağmen, Jung
mükemmelliğe gerçek anlamda ancak ölüm anında
ulaşılabileceğini düşünmektedir.

İnsan aklının dinamikleri
Zihnin bileşenlerinden onların işleme ilkelerine gelelim.
Jung, bize 3 temel ilke sunmuştur. Bunlardan ilki
Karşıtlıklar İlkesi’dir. Her istek hemen bir karşıtına da
işaret eder. Örneğin, eğer içimde iyi bir düşünce varsa,
derinlerde başka bir yerde karşıt bir kötü düşünce
bulunmaktadır. Aslında temel nokta şudur: İyilik
anlayışına sahip olabilmem için, bir kötülük anlayışım da
olması gerekir, tıpkı yükselişlerin düşüşler olmadan,
siyahın beyaz olmadan varolamayacağı gibi.

Jung’a göre, zihnin gücünü (ya da libidosunu) yaratan
karşıtlıklardır. Bu bir pilin artı ve eksi uçlarına ya da bir
atomun bölünüşüne benzer. Enerjiyi yaratan zıtlıklardır;
güçlü bir zıtlık güçlü enerji, zayıf bir zıtlık zayıf enerji
ortaya çıkarır.

İkinci ilke, Eşitlik İlkesidir. Zıtlıktan doğan enerji her iki
tarafa da eşit bir şekilde dağıtılır. Buna örnek olarak 10-11
yaşlarında başımdan geçen bir olayı anlatayım. O yıllarda
zaman zaman yaralanmış, kötü durumdaki orman
hayvanlarını iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat korkarım
bunu yaparken sık sık onlara daha çok zarar vermiştim. Bir

keresinde yavru bir kuşu iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat
onu kaldırırken bir an onu elimle ne kadar kolayca
ezebileceğim düşüncesi aklımdan geçti ve sarsıldım. Bu
düşünceden hiç hoşlanmamıştım, ama düşünce
yadsınamaz biçimde oradaydı. Yani o yavru kuşu elime
aldığımda, ona yardım etmeye yönelik bir enerjim vardı,
ama aynı zamanda içimde onu ezmek için de eşit miktarda
bir enerji vardı. Ben kuşa yardım etmeye çalıştım ve enerji
birtakım davranışlara dönüşerek yardım eylemini
oluşturdu. Peki ya diğer enerji? Ona ne oldu?

Bu, gerçekleştirmediğiniz isteğe karşı tutumunuza bağlıdır.
Eğer bu isteği kabullenir, onunla yüzleşir ve bunun
bilincinde davranırsanız, bu enerji zihninizin genel
anlamda gelişmesini sağlar; diğer bir deyişle büyürsünüz.

Ama bunun yerine, bu kötü isteği hiç bir zaman duymamış
gibi davranırsanız, onu inkar eder ve bastırırsanız, enerji
bir “kompleks” in oluşumunda kullanılacaktır. Kompleks,
bir konu etrafında kümelenen bastırılmış düşünceler ve
duygular paternidir. Eğer bir an için de olsa kuşu ezme
fikrinin aklınızdan geçtiğini inkar ederseniz, bu düşünceyi
gölgenin (karanlık yanınızın) önerdiği bir biçime
sokabilirsiniz. Eğer biri duygusal yanını inkar ediyorsa,
duygusallığı anima –dişi yan- arketipi içinde kendine bir
yer bulabilir.

Sorun işte buradadır: Eğer tüm yaşamınız boyunca
yalnızca iyiymişsiniz gibi davranırsanız –sanki yalan
söylemeye, aldatmaya, çalmaya ve öldürmeye kapasiteniz
yetmiyormuş gibi -, her iyilik yapışınızda diğer yanınız
gölgenin etrafında bir kompleks içine girer. Bu kompleks
kendine göre bir yaşam yaratmaya başlayacak ve sizi ele
geçirecektir. Bir anda kendinizi küçük yavru kuşların
üzerinde zıpladığınız karabasanlar görürken bulabilirsiniz.
Eğer uzun sürerse, kompleks sizi yenebilmekte ve size
sahip olabilmektedir; bu çift kişilik gelişimine kadar
varabilir.

Son ilke, Entropi İlkesidir. Bu, karşıtlıkların bir araya
gelme eğilimidir, böylece enerji azalabilir. Jung bu fikri
fizikten almıştır; entropi tüm fiziksel sistemlerin bir sona
doğru işlemeye olan eğilimine verilen addır, Böylece tüm
enerji düzgün biçimde dağılabilecektir. Örneğin odanın bir
köşesinde bir ısıtıcınız varsa, sonunda tüm oda ısınacaktır.

İnsanlar gençken karşıtlıklar uç noktadadır, bu yüzden
oldukça çok enerjiye sahibizdir. Yaşlandıkça, pek çoğumuz
farklı yönlerimizle daha iyi başa çıkarız. Daha az saf
idealistizdir, ve hepimizin iyi ve kötünün bir karışımı
olduğumuzu fark ederiz. Karşı cins bize daha az tehlikeli

görünür ve giderek androjenleşiriz. Yaşlılıkta kadın ve
erkek fiziksel olarak bile daha çok birbirine benzer.
Karşıtlıklarımızın üzerinde düşünebilme ve benliğimizin

her iki yanını da görme sürecine, “geçiş” transcendence-
adı verilir.

Benlik
Jung'a göre, yaşamın amacı benliği tanımaktır. Benlik, tüm
karşıtlıkların ötesine geçişi ve kişiliğinizin her yönünün
eşit olarak sergilenmesini temsil eder. Artık ne kadın veya
erkek ne ego veya gölge, ne iyi veya kötü ne bilinçli veya
bilinçsizsinizdir, tüm bunları birlikte yaşarsınız. Hem bir
birey, hem de yaratılışın bütünlüğüsünüzdür, ve ikisi de
değil.

Bunu zihniniz için yeni bir merkez, daha dengeli bir
pozisyon olarak düşünebilirsiniz. Gençken, egoya
yoğunlaşır ve kişiliğin önemsiz detayları hakkında
hayıflanırız. İleriki yaşlarda ise, biraz daha derine
odaklanır ve herkese, tüm hayata, hatta evrene daha fazla
yakınlaşırız. Benliğini tanıyan bir kişi daha az bencil
olacaktır.

EŞZAMANLILIK

Kişilik teorisyenleri uzun yıllar psikolojik süreçlerin
mekanizma şeklinde mi yoksa teleoloji yoluyla mı
işlediğini tartışmışlardır. Mekanizma düşüncesine göre,
süreçler neden-sonuç ilişkisiyle işler. Birşey bir diğerine
yolaçar ve diğeri başkasını doğurur, ve bu böyle gider,
böylece şu anı geçmiş belirlemiş olur. Teoloji
düşüncesinde ise gelecekteki bir durum hakkındaki
fikirlerimizle yönlendiriliriz, amaçlar, anlamlar, değerler
gibi şeylerle. Mekanizma determinizm ve doğa
bilimleriyle ilişkilidir. Teoloji ise özgür irade ile
bağlantılıdır.

Psikoloji tarihinde, Freudyenler ve davranış bilimciler
daha çok mekanizmacı olarak, neo-Freudyenler,
hümanistler ve varoluşçular ise teleolojist olarak görülür.
Jung, bunların her ikisinin de rolü olduğuna inanır ve
ayrıca üçüncü bir altenatif daha ekler; eşzamanlılık.

Eşzamanlılık birbirine neden-sonuç ilişkisiyle ya da
teleolojik olarak bağlı olmayan, yine de aralarında anlamlı
bir bağ olan iki olayın gerçekleşmesini anlatır. Jung,
birbiriyle ilgisiz gibi görünen olayların aslında
bilmediğimiz bir bütünün parçaları olduğu için eşzamanlı
meydana geldiğini söylemiş ve haberci rüyaları buna örnek

göstermiştir. İnsanlar zaman zaman rüyalarında birşeyler
görürler, örneğin sevdikleri biriyle ilgili bir olayı ve ertesi
gün gördüklerinin gerçekleşmiş olduğunu görürler. Bazen
bir arkadaşımızı aramak için telefonu kaldırırız ve
arkadaşımızın zaten hatta olduğunu görürüz. Çoğu
psikolog bunları rastlantı olarak adlandıracak ya da
gerçekleşme ihtimallerinin düşündüğümüzden çok daha
fazla olduğunu göstermeye çalışacaktır. Jung ise bunların,
bizim insanlarla ve genel anlamda doğayla kollektif bilinç
yoluyla nasıl bağlandığımızı gösteren işaretler olduğunu
söyler.
Jung kendi dini inançları hakkında pek ipucu vermemiştir.
Yine de eşzamanlılıkla ilgili bu olağandışı düşünce
Hintlilerin gerçekliğe bakış açısıyla kolaylıkla
açıklanabilmektedir. Hint düşüncesine göre, kişisel
egolarımız okyanustaki birer ada gibidir: Oradan kendi
dünyamıza ve birbirimize bakarız ve birbirimizden ayrı
varlıklar olduğumuzu düşünürüz. Göremediğimiz şey ise,
birbirimize suların dibindeki okyanus katı ile bağlı
olduğumuz gerçeğidir.

Hint inanışlarında dış dünyaya maya –ilüzyon- adı verilir
ve Tanrının rüyası ya da Tanrının dansı olarak düşünülür.
Onu yaratan Tanrıdır, fakat kendi başına bir gerçekliği
yoktur. Kişisel egolarımız jivatman, yani kişisel ruhlarımız
olarak tanımlanır. Fakat onlar da ilüzyonun bir parçasıdır.

Gerçekte tek ve bir olan Tanrı Atman’ın birer
uzantısıyızdır; o kimliğini unutarak tamamen ayrı ve
bağımsız olmuş, biz olmuştur. Fakat hiçbir zaman
tamamıyla ayrı değilizdir. Öldüğümüzde uyanır ve
başlangıçta kim olduğumuzu fark ederiz: tanrı.

Hayal kurduğumuzda ya da meditasyon yaptığımızda
kişisel bilincimizin derinliklerine iner, gerçek benliğimize,
kollektif bilince gittikçe daha çok yakınlaşırız. Bu ruh hali
içindeyken, diğer egolarla –diğerleriyle iletişime de
özellikle açığızdır.

Eşzamanlılık Jung’un teorisini nadir teorilerden biri haline
getirmiştir; eşzamanlılık sadece parapsikolojik
fenomenlerin üstünde değildir, aynı zamanda onları
açıklamaya çalışmaktadır.

Biyografi
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’de küçük
bir köy olan Kessewill’de doğdu. İyi bir eğitime sahip
geniş bir aile ile çevriliydi, aralarında bir kaç rahip ve
aykırı sayılabilecek kişiler de vardı.

6 yaşında Latince öğrenmeye başlayan Jung’un dil bilime
ve edebiyata, özellikle antik edebiyata derin bir ilgisi
vardı. Jung, pek çok modern Avrupa dilinin yanı sıra Eski
Hint kutsal kitaplarının dili olan Sanskritçe de dahil bir
çok eski dilde yazılan yazıları okuyabiliyordu.

İlk kariyer seçimi arkeoloji olmasına rağmen, Basel

Üniversitesinde Tıp okuyan Jung, ünlü nörolog Krafft-
Ebing’le çalışırken kariyerine psikyatride devam etmeye

karar verdi.

Mezuniyetinin ardından Zürih’teki Burghoeltzli Akıl
Hastanesinde görev alan Jung, burada şizofreni uzmanı (ve
şizofreninin isim babası) Eugene Bleuler ile birlikte çalıştı.
Bir Freud hayranı olan Jung, onunla 1907’de Viyana’da
tanıştı. Anlatılanlara göre, tanıştıktan sonra Freud o gün
için tüm randevularını iptal etmiş ve birlikte 13 saat
boyunca duramadan konuşmuşlar. Freud sonunda Jung’u
psikoanalizin prensi ve kendi mirasçısı olarak görmeye
başlamıştı.

Fakat Jung hiçbir zaman için Freud teorisini tamamen
benimsemedi. Aralarındaki ilişki 1909’da Amerikaya
yaptıkları bir gezi sırasında soğuklaşmaya başladı.

Birinci Dünya Savaşı Jung için oldukça acı veren bir
kişilik testi dönemi olmuştur. Bu aynı zamanda, dünyanın
şimdiye kadar gördüğü kişiliğe dair en ilginç teorilerden
birinin de başlangıcını oluşturur.

Savaştan sonra Jung bir çok yer gezdi; Afrikadaki,
Amerikadaki ve Hindistandaki kavimleri inceledi. 1946’da
emekli oldu ve 1955’de eşinin ölümünden sonra gözlerden
uzak yaşadı. 6 Haziran 1961’de Zürih’te öldü.

Kaynak: Dr. C. George Boeree