23 Haziran 2020 Salı

RUHUN RÜYASI; ESTETİK

Seni böyle tutan nedir, iki elin şaşkınlıkla açılmış, çiğ
tazeliği gözlerinde, saflığını bozmamak için anlamazdan
gelirsin söylediklerimi.
Böyle havayı kuşatan nedir? Bir sis bulutu belli ki, fazlaca
inmiş yerin yüzüne.
Seni böyle zamanlar arasında sıkıştıran, çaresiz bırakan
nedir?

Gözlerine baktığım anda görüyorum aslında ne olduğunu,
ne taşıdığını içinde, onu orada tutmaya ikna eden nedir?

Seni durduran nedir? Ortalama olmasına karar veren her
şeyin. .Bir kısmıyla yetinmek zorunda bırakan.

Gözlerin, arkasında uzanan uçsuz bucaksızlığı çöl
korkusuyla saklar. Ellerin yeteneği hapseder içinde.
Yaşamı ellerimle tutmayım, şekillendirmeyim, onun ne
olduğunu anlayıp, çabucak işimi bitirmeyim der gibi.
Çölde sabırla ufak adımlar kat eder gibi.

Alıştığın sarhoşluğu, gizemin girdabının kendini bıraktığın

baş döndürücülüğü. Henüz bulunmamış olanın umudu. Bu
şarkıya öyle bağlanıp, hüzünle dindiren kendini.
Bu meraka öylece alışıp, cevaplara kulağını tıkayan.
Bir tarafın hep karanlığın yasını tutar gibi.
Kaybettiklerinin. Belki coşkunluğu çocukluğun, belki
yerine konamayacak birinin hala canlı hayalinin. Belki
sayılmak sadece, yinelenmek adınla ağızlarda, belki kötü
bile olsa. Artık kötülüğü de unutulmuş, dudakları belli
belirsiz kıvıran bir anıyla yaşamışlığını ispata çalışırsın.
Nasılsa kötülük, yüzün asıldığında ordaydı sadece. Belki
mutluluk dolu anlardan medet umarsın. Belki soluğunu
tutup, dondurmaya kalkarsın güzel bir resmi. Her
halükarda en güvenli adımlarda bile çaresizliğin gizli.

Peki sana bir şey versem, hafızanın limitini değiştirecek
bir şey. Bir böcek; sevimli antenleri, kalkanı, kabuğu, zehri
ve işlevselliği ile.. Bir çiçek eksem, akıl almaz renkleri,
uyumu, ters nefesi ile oksijeni, dalı, kökü,tacı, yaprağı ile..
Sana eşini göstersem, aklındaki hayale ilk anda uymaz
belki, hiç bırakmayacağı erdemi, ipekböceğinin kozasını
ördüğü gibi, sessizce taşır çünkü, seslendirir, açığa
çıkarırsa, bozulacağından korkar. Göz kamaştırıcı güzelliği
sabah güneşinde gizlenir, sadece sana özel olması için.
Hayatına ne katacağını bilemezsin, onu görünce durup
dururken içinden çağlayan güvenine güvenmeden. Tahmin

edemezsin hiçbir şeyi, bir şey beklemeden söz vermeden.
İlk dokunduğun anda, sonsuza kadar kenetleyen ellerini
onun üzerinde, onaylamadan gözlerinle.

[*] Grekçe Aisthesis; duyulur algı.
Estetik; Sanatta ve Gerçekte Güzelin bilimi. Ref; A. Ziss
‘Korkular, ruhun zayıf bir durumu yüzünden doğarlar.
Bundan ötürü, insan ne zaman bu türden duygulanımlara
dışsal bir devinim uygularsa, uygulanan dışsal devinim,
içteki korkuya egemen olur ve ruha açık bir dinginlik
sağlar’

Aristoteles’in bir arındırıcı olarak güzel sanat öğretisi,
gerçekte Platonik öğretinin geliştirilmiş bir şeklidir.
Aristo’ya göre epos, tragedya, komedya, kitara sanatlarının
büyük kısmı öykünmeye dayanır. Tragedyanın ödevi,
uyandırdığı korku ve acıma duyguları ile katharsis[1]’i
(arınmayı) sağlamaktır. Aristoteles’in adı bir gelenek
halinde her zaman arınma kavramına bağlanmıştır. Buna
karşın Platon’un Aristo’dan önce Yasalar’da müzik ve
dansı korkuya çare olarak öğütlediğini biliyoruz. Platon,
çocukların eğitiminde müzik, dans ve şiirin önemi üstünde
tutkulu bir dirençle durmuştur.[2]

Aristoteles’te sanatın kökeni, Platon’da olduğu gibi

Prometheus değil, insan eli olarak düşünülüyor. Platon
Prometheus ile ‘insan yapısının yalnız bozuk olmakla
kalmayıp, aynı zamanda çıplak, yersiz yurtsuz ve kendini
koruyacak silahlardan yoksun ve tüm hayvanlardan daha
aşağı’ olduğunu söylüyor. Aristo’ya göre daha aşağı
olanlar yabanıl hayvanlardır. Çünkü onların silahı tektir.
Oysa insan başka araçlar yapmaya yarayan bir araç olan
ellere sahiptir. El,hem kuşun pençesi, hem atın ayağı, hem
de boynuzdur. İnsan,doğanın en yetkin çocuğudur. Sanat
ise insan eliyle doğanın başlamış olduğu işi
tamamlamaktır.

Greklerin günlük dilinde güzel, her şeyden önce, canlı ve
doğal olan bir şey olarak düşünülüyor. Antik düşüncede bir
şeyin güzel sayılması için kavranabilir olması gerekir.
Bakanda birliği, büyüklüğü yiten şeyleri güzel- dışı, estetik
dışı şeyler olarak yadsıyorlar.

Platinos, güzelin ‘orantı ve uyum’ olduğunu, bir anlamda
dar bir anlamda ise çok geniş bularak yadsıyor. Bu tanım
çok dar çünkü şimşek, altın, bir müzikal ton ve ahlaksal
eylemler gibi yalın olan şeyler de güzeldir. Bir cismin
güzel iken çirkin olabileceğini yani, cismin önce güzel
olmayıp güzelliği kendi dışından elde edindiği ,
güzellikten pay alan (methexis) cisimlerin güzel
olabileceklerini, özdeğe giren ruhsal varlığın yani özdeğe

biçim veren ideanın cismi güzel kıldığını söylüyor. ‘Güzel
nesne, Tanrıdan gelen biçime katılmakla doğar. Doğada
güzel olan her şey, biçimin gücünden, o nesnenin
özdeğinin biçime, ideaya katılmasından ileri gelir. Ruh
dünyasının güzelliği; bire, iyiye ve salt varlığa yakın
oluşundandır. Tinin güzelliği arınmaya dayanan bir
güzelliktir ve böyle olduğu için ahlaksal bir güzelliktir.
Güzel ve iyi (Kalokagathia), çirkin ve kötü özdeştir.
Nousa’ya (evren ruhu) katılmak için bireysel tinlerin
arınma sürecinden geçmiş olması gerekir.

Arınmış olan güzel tin, Bire doğru yönelen, onda erime
isteği ve sevinci içinde hazdan titreyen, coşan (extase)
durumunda olan ruhtur. Güzel, kendisini yaşayan
kimselerde coşkun duygular yaratır. Yaşamın tüm ereği,
varlığın ve güzelliğin kaynağına erişmektir. Düşünmenin
ve varlığın kaynağını seyreden kimse, onunla bir olup,
erimek için sonsuz bir istek ve aşk duyar. Plotinos’a göre
insan işe yaramayan taraflarını yontarak, kendini sürekli
yetkinleştirerek beden güzelliğinden, ten, us ve Tanrı
güzelliğine yükselebilir.

Platon, sevgi ve güzel- iyi kavramlarını bir arada alıyor.
Diyaloglarda Menon ‘Erdem, güzeli sevmeye, onu
sevebilmeye bağlıdır’ diyor. Güzele duyulan istek ve onu
elde etme gücü, erdemdir.

Sokrates felsefesinde, Taoist felsefe ve Hint
felsefesinde,insan varlığını götürebilecek en yüksek nokta
aranmıştır. Bu noktada bilmediğimizi bilmek yatar. Lao-tse
bu konuda şöyle der; ‘Ona bakarız, ama görmeyiz ve ona
‘düzgün olan’ deriz. Onu dinleriz, sesini duymayız ve
‘İşitilemeyen’ adını koyarız. Onu yakalamaya çalışırız,
ama yakalayamayız ve ona ince olan deriz. Bu üç
özelliğine bakıp, onu tanımlayamayız, bu yüzden üç
özelliği karıştırıp bir olanı elde ederiz. Bu tanımlar, insan
varlığındaki ve evrendeki son gücün hem düşünceleri hem
de duyguları aştığını göstermektedir. Brahman
düşünceleri, çokluğun arkasında birliği ararken, şu sonucu
elde ettiler.’ Kavranan karşıtlıklar çifti, nesnelerin değil,
kavrayan usun yapısını ortaya koymaktadır. Bu nedenle
gerçeğe ulaşmak için kavrayan kafa kendini aşmalıdır.[3]

İlkçağ bize güzel ve iyiyi salt kendisi için istemeyi önerir.
Ortaçağ cezalandırılma korkusu ile, yeniçağ ve yakınçağ
ise mükafatlandırma umuduyla güzeli arar. (Batı
Medeniyeti çağlarına göre)

‘Var olan her türlü varlık, tüm evren ancak bir görünüştür
ve evrensel olanın kendisinden doğmaktadır. ‘Kendi
kendini tanı’ tümcesinde anlatılmak istenen bu evrenselden

türeyiş ve geçirilen aşamaların bilinmesi gerekliliğidir.’

Platon’un idealar kuramı ve Hegel’in Tin (Us, ruh ve
Bilinç bileşimi) bunu kanıtlamaya çalışır. İnsan yaşamının
bağını meydana getiren ne varsa, insan için değer taşıyan
ne varsa hepsi tinsel tabiattadır. İnsan, insanlık onuru
duygusunu taşımalı ve kendini en yüksek hakikatlere
ulaşabilecek güçte görmelidir. Tinin ve hakikat sevgisinin
önünde evren, kendini açığa vurmak ve tabiatın
zenginliklerini ve derinliklerini ortaya sermek zorundadır.
[4]

Evren ve onun gizli özü, hakikat sevgisine açılmaya
zorunludur. İnsan varlığı kendi kendini tanımaya
zorunluysa, bu buyruğu bir görev sayıyorsa var olmak için,
tek amacı da kendinin geçirdiği evrimleri irdelerken ve
öğrenirken, doğayla bütünleşmek olacaktır. Bu olgu,
Sokrates ve Platon’da töresel yapıyla özdeşleşirken,
Hegel’de de tinsel yapıyla özdeşleşir.

Usun Dünyası/ Sarsılan Değerler

Dışavurumculuk

Diyalektik, biçimle içeriğin bir ve aynı fenomenin
birbirinden ayrılmaz iki yanı olduğunu öngörür. İçerikle
biçimin birliğinde, içerik daha devingendir, biçimden daha
hızlı gelişir; bu nedenle biçimin bu gecikmesi, kendisi ile
içerik arasında bir çatışma doğurabilir.

19. ve 20. yüzyılda beklenmedik bir biçimde oluşan sanat
eğilimi daha çok Batı Avrupa ve Amerika’da etkili
olmuştu. Dışavurumculuk estetiği, maksimal bir anlatım
gücüne erişebilmek için gerçek biçimleri değiştirmek ve
çarpıtmak zorunluluğunu savunur; bu yüzden yapıtları
kimi zaman kabaca ilkel biçimlerle belli olurlar.
Dışavurumculuk; resmi (Paul Klee, Oscar Kokoşka)
edebiyatı (Franz Kafka) ve tiyatroyu (Georg Kaiser, Karl
Sternheim) etkilemiştir.

Özgün formu içinde Dışavurumculuk, imgelerin
parçalanması; yüzeydeki görünümün orijinal, yani öznel,
nesneleri birbirinden ayıran ve onları konumlarının dışında
yeniden yerleştiren bir perspektif içinde algılanmasıdır.
Vogeler’e göre dışavurumculuk burjuva sanatının ölüm
dansıydı. Dışavurumcular, nesnelerin özünü ve esasını
ifade ettiklerini sanıyorlardı. Oysa gerçekte kendi
çözülme ve çürümelerini ortaya koyuyorlardı.

Dışavurumculuk, Ernst Bloch’a göre, insan olgusuna ve
insan varlığına dikkat çekiyor. Dışavurumcular, insanda
anlaşılmaz olanı ve insanın esrarını insanca tasvir etmek
istiyorlardı. Gereksiz derecede öznel olmakla suçlanan
dışavurumcular, önceden kestirilememiş bir olgu olarak
ortaya çıkarlar. Geçmişi 1770’lere kadar dayanır ama
aslında ilkel sanatlardan ve barok sanatından gelen yanları
da vardır.
Dışavurumcuların Nordik ağaç oymacılığında doğu
sanatının çok büyük etkisi vardır. Kilim desenleri ve
doğrusal süsleme de dışavurumcu sanatın bir diğer öğesini
oluşturur.

Lukacs’a göre dışavurumcular, Nazilerin habercisiydi.
Bachofen, Rhode, Nietsche, Chamberlain, Rosenberg hatta
Cezanne bile Batının yozlaşmasının ürünleriydi. Yalnızca
öznel olarak önem taşıyan, yüzeysel ve içerik yoksunu,
halktan yabancılaşmış bir akım olarak dışavurumculuğu
sertçe eleştirir. Halbuki Bloch, dışavurumculuğu, asıl
özelliği halka yakınlık olan bir akım olarak nitelendirir.
Formu önemsemediklerini (Kübizm ile
karıştırılmamalıdır) ve bu yüzden zarar gördüklerini
söyler. Yabanıl ve kaotik bir şekilde biçimlendiğini ve
folklordan yararlanmakta olduğunu ifade eder.

Modern insanın kaotik dünyasını, Joyce’un
gerçeküstücülüğü ve Thomas Mann’ın incelmişliği ve
gelişkinliğinde kendini gösteren emperyalizm çağında
yaşayan insanların çoğunun düşüncelerinde görülen bir
çözülme yaşantısının ürünü mü olduğu yoksa realitenin
kendisi mi olduğu sorununu Lukacs, çarpıtılmaya uğrayan
gerçeklik olarak açıklıyor. Bilinçteki süreksizlik, kopma ve
yarıklar, Bloch’a göre gerçeğin ta kendisidir. Lukacs ise
çarpıtılma olgusunun kökenlerine inmeye çalışır.[5]

Realistler

Realistler, düşünce ve duyguların nasıl toplumsal hayattan
köklenip oluştuğunu, yaşam deneyimlerinin ve hissiyatın
realitenin total bileşiğinin nasıl birer parçası olduğunu
gösterir. Her önemli gerçekçi sanatçı, kendi yaşam
deneyimlerinden elde ettiği materyale bir biçim ve üslup
kazandırır. Bunu yapmak için soyutlama tekniklerinden de
yararlanır. Fakat amacı, nesnel realiteyi yöneten yasalara
nüfuz edip bunların gerçeğini kavramak, dolayımsız
(subjektif) olarak algılanabilenle yetinmeyip, derinde
olanı, saklı olanı, toplumu oluşturan ilişkiler ağını ortaya
çıkarmak ve bunu görünür kılmaktır.[6]

Gerçek realizm, realitenin kalıcı ve önemli olan kısmını,
insanı ve onun reel dünya ile olan ilişkilerini tasvir etmeye
çalışır. Hem de, kendilerini tam olarak hissettirecek kadar
gelişmiş bulunmayan eğilimleri de görebilmek ve onlara
biçim vermek, gerçek avant-garde’a düşen önemli bir
tarihsel görev olmaktadır.

Ficher’a göre sanat ve bilim hegemonik (ekonomik açıdan
baskın ideoloji) biçimleri temsil etmez; tersine yanıltıcı ve
yalan bilince karşı gerçekliğin bir başkaldırısını oluşturur;
gerçek bir sanatçı var olan gerçeklikle durmadan dövüşür,
onun karşısında eleştirel bir tavır koyar. Kapitalist ve
sosyalist ülkelerde sanatın ortak bir görev taşıması da
buradan gelir: Yabancılaşmayı gün yüzüne çıkarmak,
insanlık dışı yaşam koşullarına karşı savaşmak ve
toplumsal ilişkileri insanileştirmek.

İdealist estetik ise antik düşüncenin güzeli uyum, ölçü ve
oran üzerine temellendirmesini kabul edemez. İdealistlere
göre güzel ussal bir yolla ölçülemez, çünkü onun özü,
anlatım gücünden ibarettir. Rönesans sanatçıları da, insan
yüzünün güzelliğine ilişkin yasayı bulmak için antik
yontuları istedikleri kadar ölçüp biçebilirlerdi, bundan bir
şey çıkmazdı, çünkü güzellik yüz yapısının bütünüyle
dışsal belirtilerinde ve oranlarında değildi; tam tersine,

içinde insanın iç dünyasının göründüğü, dışsal biçimlerin
manevi nitelik kazanmasında, yani anlatım gücündeydi.
Nesnenin biçimi hiçbir manevi içeriği dile getirmiyorsa,
hiçbir düşünceyi somutlaştırmıyorsa, güzelin de sözü
edilemez artık.

Nesnel idealistler, öznel idealistlere göre biraz daha farklı
bir anlayış getirirler. Nesnel idealistlerin (Platon,
Schelling, Hegel) estetik anlayışları, en başta da güzel
üstüne yargıları, dünya ile ilgili genel felsefi görüşlerinden
temellenir; buna göre dünya, bizim dışımızda nesnel bir
şekilde var olan ve saltık idee, evrensel us ya da Tanrı
biçiminde kendini dışa vuran manevi özün maddesel
tözüdür. Bu durumda güzel de, dışa dönük maddesel
biçimlerde temsil edilmiş olan (ete kemiğe bürünen) ideal
(varlık) gibi görünüyor ve anlamları, türsel özleri, başka
bir deyişle ideleri en tam bir biçimde ortada olan nesneler
güzeldir sadece.

Güzel, bir türün eriştiği yetkinliktir. Güzel bir gül,
geneldeki gülün temel özelliklerini en tam bir biçimde
taşıyan gül olacaktır; bunun gibi, insan türünün
niteliklerini, insan doğasını ve çizgilerini somut bir
biçimde ortaya koyan insan da güzeldir.

Öznelci idealislere göre ise, gerçeklikteki güzel
görüngüleri manevileştiren, evrensel ruh ya da tanrı değil,
insanın bilincidir. İnsan, kendi iç dünyasının duygularını,
heyecanlarını ve özelliklerini bir görüngüye
uyguladığında, o görüngü güzelleşir. İnsanın düş gücü ve
imgelemi, gerçekliğin olaylarını tinselleştirmek olanağı
verir. Mutluluğumuzu, sevinçli duygularımızı gerçekliğe
aktardığımızda gerçeklik güzelleşir. Theodor Lipps’in
estetik kuramına göre güzel, çevresel gerçekliğin
olaylarına sanatçının iç dünyasının ‘duygularını
üflemesinden’ doğar.

Maddeci öğreti ise idealist estetiğin öznelciliğinin
karşısında yer alır. Çernişevski’ye göre; Güzel yaşamdır.
Yaşamı, aklımızdan geçirdiğimiz haliyle bir varlıkta
gördüğümüzde, o varlık bize güzel gelir.

Bir yapıtın sanatsal yetkinliğini ve güzelliğini de en başta
belirleyen şey, yine bizim aklımızdan geçirdiğimiz haliyle
yaşamdır. İnsan ruhen sanatçıdır ve yaşamına durmadan
güzeli katmak ister. Güzelliğe karşı sönmeyen bir istek
vardır içinde; insanoğlunun yarattıkları hep güzel olmasa
bile, çirkinlik de yaşamdaki kusurları ortaya koyar ve
böylece güzellik özlemini uyandırır.[7]

Meditatif estetik
Her isteğin estetiğinde ondan vazgeçmek vardır. Çıkış
noktası kendisinden gelen bir beklentiyle çizilen isteğin,
çerçevesine yerleşmesi için, orada gerçekte ne olduğunu
bulması gerekir. Merkezi değişen his, istekten vazgeçmek
olarak görülür. Gerçekte ise amacına ulaşması için serbest
bırakılmıştır.

Bir beklentiyle, her yeniliğe yönelindiğinde, kendi
istediğini alıp uzaklaşmak isteği, kendini kendi ile
sınırlamaktır. Montaj modası bize doğru olanın bu
olduğunu söyleyecektir. Halbuki doğru, düz bir şeydir. Her
zaman bir şeyi sahip olmak isteyen için değil, o şey için
istemeyi önerir. Estetik ise bu noktada kıpırdanmaya
başlar. Birebir hedeflendiğinde ürküp, kaçacaktır, ama bir
duygunun, bir oluşun peşinde kaptırdığında kendini,
doğada var olan uyum yakalanır.

O zaman istek, olması gerektiği gibi yalnızca çıkış noktası
biçimini alır. Saf olanı ortaya çıkarmak için bazen zorlu
koşulara da gerek duyulur.

Estetik, kendiliğindendir. Duru ve doğaldır. Her şey

doğalında işlemesi ve ışıldaması için vardır. Güç ise
bilincin dayanamayacağı eşiklerde kazanılmaya başlar.
Çünkü artık yeni ve güçlü bir bilme duygusu ortaya çıkar.
Estetik ve güç, zorlu bir hedef, uyumlu birer birleşendir.