23 Haziran 2020 Salı

YALNIZLIK MUHATAP İSTER

CENGİZ AYDOĞDU
Öte yandan fikir ve düşünce söz konusu olduğunda ise
geleneksellik veya devamlılık diye bir şey yoktur; sadece
doğru düşünmek diye bir şey vardır. Doğru düşündüğünde
geleneksel olursun, devama riayet edersiniz; çünkü
hakikate intisap edersin. Bu anlamda hakikat, devamlılığı
da geleneği de aşan bir veçheye sahiptir. Çünkü "hakikat",
Hazreti. Adem'den önce vardı; kıyametten sonra da var
olmaya devam edecektir.
"Şahıs" kelimesi Arapçada "şahasa" kelimesinden
türemiştir. Yükselmek, görünmek, ortaya çıkartmak, zuhur
etmek, birini sabit şekilde bakmak, nihayet, temsil etmek,
ortaya çıkmak, açıklamak mânâlarına gelir."... "...
Latincedeki maske anlamına gelen persona gibi insanın
fiziği içi, dış görünüşü, görülen bölgesi (zıll) ile ilgilidir.
İslamiyet ile şahıs kavramı hem zenginleşmiş, hem de
açıklık kazanmıştır.
Şu halde, bundan böyle biz, bir şahsı bu iki cephesi; bir
yandan fiziki, dış, zahiri, diğer yandan da manevi, iç ve
psikolojik görünüşleriyle inceleyeceğiz."
Şahsiyet, öyle terziye elbise yaptırır gibi, "fitness
center"da vücut geliştirir gibi, mağazadan üzerine giyisi
seçer gibi Çarşıdan alınmaz ki. Zaman içinde, hayatın
örsünde bile bile inşa edilir; tekamül eder, gelişir, emek,
alınteri, kalp ve gönülleri gayret, azim ve irade cenderesi
içinde herkesin kolayca fark edebileceği kıvama ve
bütünlüğe ulaşır. O tekamül sürecinde elbette değişir,

gelişir ama asla başkalaşmaz, hep kendisi kalır. Kaldı ki
bütünlüğünü ve iç tutarlılığını gözetmeden sadece "yeni"
iptilasıyla değişmek için değişmek başka şey; her an bir
nefes öncesinin hesabını düşünen sorumluluk tavrı ile
gelişmek başka bir şeydir. Bu anlamda şahsiyet, aldığımız
her nefesin mesuliyetini taşıyıp, hesabını vermek; o
"kendilik" bütünlüğünü her nefeste korumak demektir.
Duygu ve düşüncelerinizi gizlenerek yaşamanın (yani
münafıklığın) üstün bir vasıf gibi gösterilmeye inadı o
kadar ileri seviyelere taşınmış ki, hissettiklerinizi ve
düşündüklerinizi gizleyerek yaşayabilmek için konuşma
dersleri, davranış normları, kurslar, kitaplar ortalığı
kaplamış durumda. İnsanları sahtekarlığa iten bu
anlaşılmaz gayretlerin ortaya çıkardığı sonucu, "kazanım"
sayarak yüceltmek, insanlar arası ilişkilerde "güven"
dediğimiz o müthiş toplumsal" tutkal"ı yok ediyor.
En aşırı şeklini Nietzche'nin temsil ettiği fertçiliğin
davranışı budur. Cemiyetçilik davası ise, Fransız
sociologie Mektebini kuran Emile Durkheim'nin Fertçiliğe
karşı ileri sürdüğü, ona en uzak uçta yer alan aynı derecede
aşırı bir iddiadır. Ona göre, cemiyetin dışında ele alınan
fert, kendi başına değer taşıyan bir varlık değildir. Onun
kendine özel tasavvurları, duyuş tarzı ve iradesi yoktur. Bu
sonuncuya göre, ne yalnız başına fert, ne de insanı bertaraf
eden cemiyet hakikate götürücü olabilir. Fertçilik insanı,
kendi ferdiyet varlığının ortaya koymadığı değerlerden
uzaklaştırmak suretiyle, hoyratlaştırıyor. Cemiyetçilik ise,

ferdiyetin kendi hür iradesi ile benimsenmediği değerleri
zorla kabul ettirdiğinden, ferdiyetçi esir ediyor; hürriyetini
ortadan kaldırıp uysallığa mahkum ediyor. İnsanı, sürünün
varlığında eritiyor. Hakikate ulaştıran yol, insanı kendi hür
iradesiyle bağlandığı inançları, ruhi münasebetleri ve
yüklendiği mesuliyet birlikte ele alan şahsiyetçeliğin
yoludur. Onda insan, alalede bir bütünün parçası değildir;
bütün içinde eriyip kaybolmuş da değildir; inançları ve
bütün benimsediği Manevi hüviyeti ile, iradesinin
bağlantılı değerler sistemi ile birlikte, iktidarının
sınırlarına kadar uzanan bir büyük varlıktır. İslam, insanı
fert olmaktan çıkarmış, şahıs haline getirilmiştir. Fertleri
birleştirip sürü yapmamıştır. İslam cemaati, dışından aldığı
kumanda ile kımıldanan sürü değildir. Onun bu Hale
gelişi, içinden iflasıdır. Gerçekte İslam cemaati,
benimsediği davanın mesuliyetini omuzlarında taşıyan
şahsiyetlerin bütünüdür.
Oysa taassup ve inanç ayrı yerlerde dururlar. Çünkü
taassubun Olduğu yerde inancın gereği olan "kalp ile
tasdik" hürriyeti tehlikeye girer. Kaldı ki, inançlar,
esasında bizi inşa eder. Ama böyle bir "iç" hürriyet ve
taassubun ortaya çıkaracağı tahakkümünden uzak bir "dış"
yani ifade hürriyeti inancın hayata geçiş şartlarıdır; "dil ile
ikrar, kalp ile tasdik". Bu ikrar ve tasdik, bütün fanatizm
ve taassubun üzerinde, oldukça "özgür" (özü-gür) bir
güven duygusunun gölgesinde anlamını bulur.
Bir şahsiyet ve ahlak inşa hürriyetiniz yoksa aslında hür
değilsiniz demektir. Çünkü şahsiyet hürriyeti, bir iç

hürriyetidir ve diğer hürriyetler onun gölgesinde teşekkül
eder. Bu anlamıyla şahsiyet, "Hakkı hak bilip hakka ittiba,
batılı batıl bilip batıldan içtinap" hürriyetidir. Bu itibarla,
şayet şahsiyetininiz yani" ahlakınız" yoksa, bütün hak ve
hürriyetleriniz anlamsızdır ve aslında tehdit altındadır.
Nurettin Topçu şahsiyeti, "...insanın kendi benliğinin farkında olması ve ona
bağlı bütün hareketler üzerinde hürriyete sahip bulunmasıdır" diye tarif ediyordu.
Şahsiyeti üstün kılar
Şahsiyet sahibi olmak, Ahlak ile kazanılan bir
mücadeledir.
İktidar, "sadık ve uysal bendeler ister"
İktidar, "sağlık ve uysal bendeler ister"; bırakın itiraz
etmeyi, yerine göre soru sorulmasına bile müsaade etmez.
Kaldı ki, günümüz insanının karşı karşıya olduğunu tek
iktidar, resmini devlet iktidari değildir. İçinde
bulunduğumuz modern hayat,tam anlamıyla bir "iktidarlar
ağı"dır.
Bu gizli ama yaygın ve kuşatıcı iktidarların en sinsi ve
tehlikeli olanı, bütün hücrelerine modern kapitalizmin
nüfuz ettiği "gündelik yaşam"ın neredeyse artık
kurumsallaşan iktidarıdır.
Oysaki "sıradanlaşan gündelik hayat"ın gerçek
mütehakkimi , "boş bir ruh ile dolu bir mide" dir. Bu
mütehakim, herhangi bir yerdeki, herhangi bir "sıradışı"
şahsiyetin insasının imasını bile kendi işleyişi açısından
"sakıncalı" görür; Dayattığı hiçbir "şey"e itiraz etmezseniz

dahi ruhsuz ve tok kapitalizm, en küçük şahsiyetli duruşa
müsaade etmez.
Zaten insan kelimesinin anlamı da öyledir; anlaşılan, ünsiyet eden. Ama aynı
zamanda da unutan.
İnsanların ahlaki bazı "değer" ler uğruna istiğna, feragat.
Fedakarlık, mukavemet ve direnç göstermesinin gözden
düşürülmesi, kapitalizmin olmazsa olmaz şartlarındandır.
Böylece, her yolda yürümeye hazır yönsüz insanın bizatihi
"insani özü" değersizleştirilir ve sıradanlaştırılır. Bir
yandan da bağımlılık yapıcı alışkanlıkların gücü ile sadece
tüketime rağbet eder hale getirilir. Artık kapitalizm hayat
kaynağını bulmuştur.
Riyakarlığın kapitalizmi
En yakın çevre, size en çok sevenler dahi; " canım
söylediklerin doğru ama... Bu devirde... Bu üslup...
Yanlış... Kendine acımıyorsun, bari çevrendekilere acı...",
"Meseleleri değiştiremiyorsan, meselelere bakış açını
değiştir", "zaman sana uymuyorsa sen zamana uyacaksın;
elinden ne gelir ki?" Gibi zillet üreten ifadelerle "şahsiyet
tavrı "nı itibari itibarsızlaştırırlar. Artık her rezilliği
anlayışla karşılayıp, cıvık ve zelil, kölelere mahsus bir
hoşgörü tavrıyla itirazsız kabul etmek "olgunluk" sayılır.
Oysa zilleti içselleştirip "estetize "etmek ve zilletle
"gurur !" duyulmasını sağlamak, kapitalizmin en ince
taktiğidir. Esasen, "elimden ne gelir ki..." Sözü Sarf
edildiği anda zaten kapitalizmin çekim sahasına

giriyorsunuz demektir.
Bugün artık hepimiz, şahsiyetli olmak için ısrar etmenin
modern dünya ölçüleriyle "kaybetmek" ile aynı anlama
geldiğinden neredeyse eminiz. Ne var ki, şahsiyet
iddamızdan vazgeçecek de değiliz.
Şahsiyetten yansıyan...
Bumanada bilhassa peygamberler vasıtası ile gelen nakli
bilgiler, "insan olma" serüvenini tamamlayandır; "eşref-i
mahlukat "ı gerçek yapan şey, kendisine tebliğ edilen bu
bilgidir. İnsanın haysiyeti ve şahsiyeti ancak bu bilginin
hayata geçirilmesi ile tamam olur.
Bu itibarla, şahsiyetli duruş, halkın ve ülkeler değerleri ile
"barışık", irfani ve tarihi istikamete uygun bir duruştur;
cehaletle kabil-i telif değildir . Ne var ki halkın hemen her
zaman doğru yerde durduğunun bir teminatı da yoktur.
Kitle iletişim araçlarının ve kamuoyunu yönlendiren rafine
yöntemlerin son derece iğva edici tesirlerini dikkate
alırsak, halk dediğimiz büyük kitlenin her zaman "doğru
yerde "durabileceğinin garantisini kimse temin edemez.
Mamafih şahsiyetin en muhataralı serüveni, yönetimlerle
ilişkilerde yaşanır. Bu çerçeveden bakınca, şahsiyetli
tavırların, neredeyse bütün iktidarlar tarafından, "istikrarı"
bozan bir tehdit gibi algılandığını görürüz.
Hüznümüz irfanımızdır; irfanımız şahsiyetimiz
Modern insan, tarihten, tarihi bilgiden ve dolayısıyla
irfandan uzak kalınca, kendince "bir nevi özgürlüğün"
hazzını aldı. Bilgi yükünden kurtulunca cehaletin tadına
vardı ve adeta yeni bir "sorumsuzluk ve tabii ki sözde

mutluluk formu" iyi icat etti. Yeni bir idrak tarzı hatta
kendince yeni bir dünya görüşü inşa etti. Dünyayı ve
eşyayı idrak tarzının şahsiyetten ayrı düşünülemeyeceğini
unutmadık, hatta idrak tarzı, şahsiyetten ibarettir bile
denebilir.
Vasatın iktidarı seviye tanımaz.
Ne var ki siyasetin düzenleyebileceği saha, hayatımızın
çok cüzzi bir kısmı olmamasına rağmen siyaset, sınırlarını
kabul etmedi; daha fazlasına talip oldu. Böylece, bütün
demokratik retoriğe rağmen siyaset yani yönetim erki, son
yüzyılda da hayatımızın tamamını tanzim İddiasından asla
vazgeçmedi.
Esasen "totaliter" yönetim kültürlerinin kaynağı da
siyasetin bu tatminsiz ve kanaat siz tabiyatıdır. Gerçi
sadece totalitarizm deği hiçbir "iktidar erk"inin, şahsiyet
iddiasını veya şahsiyetli bir itirazı hoş karışılamayacağını
biliyoruz.
İktidar, tabiyatı gereği dikensiz gül bahçesi ister;
itiraz,iddia veya herhangi bir sahiplenilmiş, hazmedilmiş
tavır ısrarını hiç sevmez. Halkın tavsiyeyi bil, iktidarların
yanlış icraatlarına yapılan itirazın haklılığını veya yanlışın
sorumluluğunu buharlaştırır; "ne yapalım halk böyle
istiyor" haline getirir.
Küstahlık ise, hakkı olmayan bir şeyi, sanki tabii ve
kazanılmış hakkıymış gibi istemektir. Hiçbir emek ve
gayret harcamadan, hiçbir hakikat eseri göstermeden,

başkalarının ödediği bedeli ödemeye yanaşmadan,
seviyesinin çok üzerindeki şeyleri almaya kalkışmaktır. Bu
cüret, en hafifinden, aldığın şeyleri hak eden, liyakat ve
ehliyet sahibi insanlara hakarettir.
Seviyesizliğin makul izahlarla normalleştirilip,
popülerleşmesi, küstahlığın kültürel ! atmosferini oluşturur
ve meşrulaştırır.
Günümüzde herhangi bir tüketim "meta"ı, sadece ihtiyaç
olduğu için değil, sağladığı "imaj" içinde satın
alınmaktadır. Çünkü kapitalizmin kültürel ikliminde
tüketim, ferdiyetin kendini gerçekleştirebilmesinin
neredeyse vazgeçilmez yoludur ve bu durum, tam da
"vasıfsızlığın iktidari "na hizmet eden bir kültürel tatmin
atmosferidir. Ama sahte bir atmosfer; bir tatmin zehab
sağlayan Serap...
Şahsiyet gelince sahtelik gider
Vasıfsızlığının bir başka Alamet-i farikası,
tahammülsüzlüğüdür. Konuşulması oldukça zor bir
muhataptır vasıfsız. Çünkü söylediğiniz şeyi, onun
seviyesine indirmezseniz anlamaz; anlamadığını da
söylemez; anlıyormuş gibi yapar. Kendine bir ucuz tatmin
bulamazsa veya beğenmezse (gerçi beğenmek hakkında
hiçbir fikri olmasa da beğenmeyebilir) hiç düşünmeden
karalamaya kalkar.
Niyet şahsiyete göre; ameller niyete göre
Kalp, niyetlerin mekanıdır. "Ameller niyete göredir" kavl-i
şerifi üzerinde iyi düşünmeliyiz. "Mü'minin niyeti

amelinden hayırlıdır; amale riya karışabilir lakin niyete
karışamaz" buyrulmuştur. "Nefeslerinizi size şahit
kılacağız" denmesi bundandır. Çünkü her insan kendine
aslında ne olduğunu bilir; kalbiyle bilir.
Öte yandan kalbimizde karşılığı olmayan kelimelerle
konuşunca anlaşamayız ki. Anlaşamıyoruz da zaten.
Anlaşamıyoruz çünkü kelimelerin karşılığını artık
kalbimizde tutamıyoruz; aramıza eşya girdi.
Modern insanın dramıdır bu; her şeyi bilmek... Aslında
çok fazla biliyoruz belki de... Ne var ki, bilgi bizi eyleme
ulaştırmıyor. Bilgimizle eylemiyoruz.Bilgi varda "amel- İ
sâlih" yok. Ne çok şeyi biliyoruz Rabbim...
İnsan özgürdür, özerktir; özerk olmakla görevlidir. Çünkü
insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Bu itibarla " Zat-ı
aliniz" hitabı herkesedir;Çünkü her insanınzat'ı, Âlidir.
Fakat, yine Kur'an'ın ifadesi ile ahsen-i takvim üzre
yaratılan insan, kendini yapıp ettikleri ve kendi cürümleri
ile hayvandan aşağıya; esfel-i safilin'e (aşağıların aşağısı)
inebilir. Bu yüzden, bütün çevre şartları, yetişmesi,
eğitimi, imkanları vesaire yanında insanın kendi gayret ve
cehdi çok önemlidir. Ne kadar uğraşırsanız uğraşırın
kendine yardım etmeyene siz yardım edemezsiniz.
"Güzel ahlak", iyi ve sağlam bir şahsiyet ve temiz bir kalp
demektir. Temiz kalp, yani "kalb-i selim", tam manasıyla
idrak kapasitesi demek bizi hayata karşı kabiliyetli kılar.
Yalnız kalmaktan korkmayan, söylediklerinin
onaylanmasını değil, söylediklerinin doğru olmasını tercih
eder. Çünkü yalnız kalmak ve bırakılma korkusu, bir

insanın ve bir toplumun maruz kalabileceği en büyük
korkulardandır. Bu sebeple, bu halde her babayiğit göze
alamaz. "Hak bildiğin yolda yalnızda olsa gideceksin"
kelam-ı çabalarının, irfanımızın temel taşlarından olması
boşuna değildir.
Pek çok büyük sanat eseri biliyoruz ki bazen çok ağır
fiziki mahrumiyet şartlarında ortaya koymuştur. Mesela,
Beethoven, en değerli eserlerini tamamen sağır olduğu bir
zamanda verdi. Çünkü sanatkârın asıl malzemesi kendi
ruhudur. Selimiye'yi düşünelim; taş ile harçtan ibaret; ama
bir Sinan lazım ki ancak Selimiye Selimiye olsun...
İnsanın şahsiyeti, mahiyet olarak manevidir. Şahsiyeti
alçalttan ve onu eşyayla bir tutan, manevilikten
uzaklaştırıp hayvanileştiren her şey gayri insanidir.
İnsanların eşitliği manidar değil bir gerçektir, fiziki
değil.insanların manevi tarafını tanımazsanız eşitliğin
dayandığı yegane esası kaybedersiniz. Çünkü eğer Allah'a
inanmassanız insanlar apaşikar ve ümitsizce eşitsizdirler.
Dinden başka bir şey hatta ilim bile insanların eşitsizliğini
ısrarla teyit eder.
Zira kötülüğü kabullenememekten doğan suskunluk,
taşınması ağır bir zillettir. Bu zilleti hafifleten şey, bu
suskunluğunu "İrad-i" ve "ısrarlı" bir suskunluk haline
gelmesidir. Belki o zaman bu "şahsiyetli suskunluk",
kötülüğün zevaline yardımcı olabilir. Bu dahi şahsiyetin
safhasında bir "irade azmi" dir.

Şahsiyet hürriyeti de demektir
Ahlâkın temelinde doğru fiilden ziyade düzgün niyet
vardır. Çünkü biliyoruz ki, hareket edebilmemiz sadece
bizim değil Allah'ın elindedir. Oysa niyet, tamamen bize
ait bir şeydir. Bütün din ve ahlak sistemlerine göre ahlak,
istetir, niyettir; sadece hareket değil. Yoksa bir hadımın
iffetli, miğde hastasının ise herkes perhizkârlık numunesi
sayılması lazımdır.
Kalp dünyası diye bir dünya vardır ve çok mühimdir.
Peygamber efendimiz (sav) hadise ile buyurur: "mü'nin niyeti amelinden
hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre
amel işler. Mü'min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde birnur
ve feyiz bulur." Camiü's-Sağir, 4/3810.
Bir Hadisi Şerif'te de, "müminin niyeti amelinden hayırlıdır" buyuruluyor.
(taberani, Hatib-i Bağdadi, Ziya el-Makdisi)
Peygamberimiz, "kişinin niyetiyle kazandığını ameliyle kazanamaz" diyor;
çünkü amele riya karışır.
Özgürlük kalptedir...
Gerçek güç, kalptedir. Kalben zayıf insanlar, Hürriyet'in değil,
otoritenin savunucusudur. Onlar, özgürlük ve bağımsızlığını
kaynağı olan kalpten ve kendine değer verme hissinden
mahrumdurlar. Bu anlamda hürriyetin ve tabii ki şahsiyetin en
büyük düşmanı, işte "mutlu köle" lerdir. Kalpte yer edinen ve
kalbi inşa eden bilgi ve tecrübenin verdiği itimad-ı nefs tavrı,
hürriyetin garantisidir.
Ancak bunun için itimad-ı nefs tavrı, kibirden uzak bir vakar
atmosfer içinde başkalarına da özellikle güzel görünmeli. Çünkü
kendine güvenen veya bu güvenin gerekçesiyle ve dayanağını da
sahip olan insanlar, dünyanın direğidir." Dur" ile "hayır" diyen
insanlar, dünyanın garantisidir. Çünkü bu insan (yani insan-ı
kamil) hem çok güzel görünür hem de hakikaten o insan,

kurumların gerçek alternatifidir. Esasen bu anlamda teslimiyet
(yani İslam), kibir haline gelmemiş bir saygınlık hissinden başka
değildir.
Oysa insan olmak lütfuna mazhar olan insan, hiçbir şey "alet"
olamaz. Çünkü bize bahsedilen haliyle insan olmak, Allah'ı
bilmek, On'a "kul" olmak ve âleme "sultan" olmaktır. Biliyoruz
ki bütün her şey insana, insan da Allah'a hizmet edebilir. Zira
insan, fıtraten sadece Allah'a kulluk etmek ve O'unun dışındaki
her şeye karşı" özgürlük" üzerine yaratılmıştır.
Küreseleştiği söylenen modern kapitalist düzen
kitleseleşmiş insanla iş görür; üsluptan çok işleve zorlar
insanı. Oysaki zorlama ile ancak korkudan ve alışkanlıktan
dolayı kanunlara riayet eden mamul vatandaş
yetiştirilebilir. Mamul vatandaşın bir iç hayatı ve ruhu
yoktur.
Şahsiyetimız geleceğimizdir
Bilgisizliğin ve vasıfsızlığa güç atfedilen bir ortamda
bilinenler, öyle gülünç durumlara duçar olurlar ki
hallerinden ancak "Erbab"ı anlar. Hatta çoğu zaman
gerçek anlamda vasıflı, hakiki seçkinler, öncelikle ve
özellikle "vasıfsızlar" nezdinde takdir toplamaya,
kendilerini beğendirmeye çalışıyorlar ki, eyvah!. Bu,
cehaletin itibar dağıttığı bir haldir. Cehaletin iktidarından
daha vahim olanı, cehaletin değer tvziidir. Cehaletle deha
arasındaki gerçek fark, dehanın sınırları olmasına rağmen,
cehaletin hiçbir sınırının olmamasıdır. Geçen asırda
yaşayan Bilge, "hakkın hatırı Âlidir; hiçbir hatıra feda

edilemez." derken hakikatin icap ettirdiği bir "şahsiyet
zemini"ni zorluklarına işaret ediyordur. Çünkü hakikatin
tecellisi, ancak şahsiyetli bir tavırlar silsilesi ile
mümkündür.
Güzel ahlakı tamamlamak
Kapitalizm, hayatiyetini devam ettirebilmek için ferdiyetin
popüler kültüre meyyal olan cihetini öne çıkarır, yüceltir
ve tebcil eder. Çünkü popüler kültür, tüketimin hayat
tarzıdır. Tüketim, ise "şahsiyet"e değil tüketime yani"
müşteri" ye ihtiyaç duyar; yüksek fikirlere, tutarlı
düşüncelere, doğru sözlere, gerçeğin ne olduğunun
anlaşılmasına aldırmaz; müşterilerinden nitelik, değer,
kıymet, vasıf yani şahsiyet istemez; düşüncelere itibar
etmez; geçmiş ve gelecek umurumda değildir; bazen
geçmişi bazen geleceği tüketir. Ama kesinlikle hafızaya
kıymet vermez. Ve ayrıca güzel ahlak, şahsiyetin bir diğer
görünür haledir. "Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere
gönderildim." Kavl-i Şerif'inin işaret ettiği şey, aynı
zamanda şahsiyete dair bir şeydir.
Cemaat, tek başına da olsan "hakk" üzerine bulunmaktadır.
Dile hakim olan kimliğe de hakim olur
Anladıkça insan oluruz. Ne kadar anladığımız,
insanlığımızı nasıl inşa ettiğimizi gösterir." Uslub-u beyan
ayniyle insan" sözünün işaret ettiği gerçek, sadece fıtratım
bir tezahürü değil aynı zamanda şahsiyetimizi de ifade

eden bir "belge"dir.
"Dile hakim olan, mülke de hakim olur" diyen büyük
mustaribin kasıtlı, insanın diline hakim olurken aslında
kendine hakim olacağıydı. Bütün başarılar kendine hakim
olmaktan geçer çünkü. Kendine hakimiyet ise "kendini
bil" mekle başlar ve en bariz tezahürü diline hakim
olabilmektir. "Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır"
diyen batılı da esasen farklı bir şey aramıyordu; daha "nefs
hakimiyeti" niyetinin peşindeydi.