2 Temmuz 2010 Cuma

YALNIZLIĞIN DİYALEKTİĞİ (2)

Ergenlik adını da verdiğimiz delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından kopanların büyükler dünyasının eşiğinde mola verip soluk aldığı aşamadır. Spranger, ergenlik dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık olduğuna değinir. Yalnızlık simgesi olan Nerkis (Narcissus), ergenin de simgesidir. İlk kez bu dönemde tekliğimizin bilincine varırız. Ama duyguların diyalektiği bir daha bu soruna el koyar.







Olgunluk döneminin belirgin bir niteliği değildir yalnızlık. Başkalarıyla, başka şeylerle savaşan kişi kendini işinde, yaratıcı çabalarında unutur. Onun kişisel bilinci böylece başkalarınınkiyle birleşir. Zaman dediğimiz boyut, anlam ve amaç kazanır; böylece tarih olur, geleceğin ve geçmişin anlamlı bir değerlendirmesi olur. Yaşamdaki tekliğimiz -ki kendi benliklerimizden oluşan, bizi beslerken tüketen, belli bir zamanda yaşamımızdan doğar- gerçekten giderilemez, ortadan kaldırılamaz, olsa olsa şiddeti azaltılabilir. Bazen de ancak çok yüksek bir bedel ödeyen kişi, yalnızlığın elinden kurtulabilir. Kişisel varlığımız, ozan Eliot’un dilinde “zamansız anlar” olan bir tarih parçasında yer alır. Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çalışma topluluklarının, eğlence, sanat ve müzik topluluklarının çoğaldığı bir dönemde, insan her zamankinden daha yalnızdır. Çağdaş insan, yaptığı işe [yarattığı şeye] bütünüyle veremez kendini. Onun -belki de en derindeki- bir parçası her zaman bağımsız, uyanık ve nöbette kalır, efendisine karşı casusluk yapar. Çağımızın tek tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını yitirmiştir. İş güç, başı sonu olmayan bir uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı belirsiz yaşamını simgeler. Ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin, büroların, koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan yalnızlığı- ruhu güçlendiren, arındıran yerler ya da yaşantılar değildir. Çağdaş dünyanın yalnızlığı, dünyanın çıkmazını yansıtan bir aynadır.






Yalnızlığın bir ucundan dünyadan koparken, öteki ucunda -kahramanlar, azizler ve günah çıkaranlarla ilgili tutum ve kavramlarımızda görüldüğü gibi- yaşama bağlanırız. Söylence ve masallara, anılara, tarih ve şiir gibi sanat ürünlerine konu olan ünlü kişilerin yaşam öyküleri, onların yaşam ve eyleme katılmadan önce -daha ilk gençlik yıllarında- bir içine kapanma ve yalnızlık dönemi geçirdiklerini belgeliyor. Bunlar kahraman kişiyi yaşama hazırlayan oluşum yıllarıdır, ama sözün doğrusu, özveri, arınma, acı çekme ve kendini tanıma yıllarıdır. Tarihçi Arnold Toynbee bu gözlemi destekleyen pek çok örnekler bulmuştur: Eflatun’un mağarası, Tarsuslu Paul’un, Buddha’nın, Hazret-i Peygamberin, Machiavelli’nin ve Dante’nin yaşamları gibi. Ve bizler de, kendimizi arındırdıktan sonra dünyaya yeniden dönmek üzere, hiç olmazsa belli bir süre için, köşeye çekilmeyi ve yalnız başımıza yaşamayı denemişizdir.






Yalnızlığın diyalektiği -Toynbee’nin deyimiyle: “Kişinin önce içine kapanmasından, sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket”- hemen her toplumun tarihinde açıkça görülür. Çağdaş toplumumuzdan daha az karmaşık olan kimi geleneksel toplumlar, belki de, bu ikili hareketi daha iyi yansıtan örneklerdir.






Yanlış olarak “ilkel” adı verilen geleneksel, küçük, yoksul ve “abece”siz toplumlarda yaşayan insanlar için, yalnızlığın korku ve dehşet verici bir durum olduğunu görmek hiç de güç değildir. Çağlar boyunca, kurallardan ve törelerden oluşan karmaşık ve katı bir yasaklar düzeni, toplumun bireylerini yalnızlığa karşı başarıyla korumuştu. Topluluğun üyesi olan birey, dirlik ve sağlığın tek güvencesine de kavuşmuş demekti. Yalnız insan ise, bir sakat ya da kötürüm, gövdeden kesilip ayrılması, yakılması gereken kuru bir dal olarak görülmüştür. Çünkü öğelerinden biri hasta olunca toplumun bütünü bunalıma düşerdi. Toplumdaki (dindışı) kural ve inançların zaman zaman yinelenmesi ve dile getirilmesi, yalnızca topluluğun geleceğini değil, onun birliğini ve iç tutarlığını da güvence altına alıyordu. Buna karşılık, dinsel törenlerle ölüm olgusunun sürekli olarak duyumsanan varlığı, bağımsız (bireysel) eylemi sınırlayan bir ilişkiler düzeni yaratıyor, bu yolla da hem bireyi yalnızlıktan koruyor hem de topluluğun çözülüp dağılmasını engelliyordu.






“İlkel” toplumun insanları için, sağlık ve toplum genellikle eşanlamlı sözcüklerdir, tıpkı ölüm ve çözülme kavramları gibi, Lévy-Bruhl diyor ki: “Ülkesinden ayrılan herkes topluluktan da ayrılmış olur. Ölür ve kendi toplumunun geleneksel ölüm törenine hak kazanır.” (1) Öyleyse bağışlanmayan bir sürgün cezası gerçekte ölüm cezası gibidir. Toplum kesiminin, kendini atalarının ruhlarıyla ve o ruhları da anayurt toprağı ile özdeşlemesi, şu Afrika töreninde ne güzel simgelenmiştir. “Yerli adam Kimberley’den bir gelinle dönerken erkeğin yurdundan alınmış bir avuç toprağı da birlikte getirir. Kadın’ın her gün o topraktan birazcık yemesi gerekir, yesin ki yeni ve değişik çevresine daha kolay uyup alışabilsin.” Bu tür dayanışmanın “canlı bir görüntüsü var: Orada birey, sanki yaşayan bir bedenin parçasıdır.” Bu yüzden, din değiştirenler çok azdır. “Kimse kendi başına, salt kendi davranışlarına göre kargışlanmaz ya da güvenliğe kavuşmaz” ve de herkesin her türlü eylemi tüm topluluğu etkiler. Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Din çatışmaları, üretim yöntemlerindeki değişmeler, savaşlar ve fetihler gibi beklenmedik şeyler de olur. Topluluk bölünür bölünmez, parçalardan her biri yepyeni bir durumda karşılanır. Sağlığın kaynağı olan eski, kapalı toplum düzeni yıkılınca, artık yalnızlık bir kaza ya da hastalık olmaktan çıkar, değişmez bir toplum koşulu olur. Böylece yalnızlık, bir günah duygusuna yol açar: Kuralların çiğnenmesinden doğan bir suç değil de, kuralların doğası olur! Daha doğru bir deyişle, öteki kuralların doğası durumuna gelen bir nitelik. Yalnızlık ve “ilk günah” böylece birleşir ve özdeşleşir; ayrıca, sağlık ve birlik de yeniden aynı anlama gelen, ama çok uzak geçmişte kalmış bir şeyler olurlar. Çünkü sağlık ile birlik tarihten (uygarlıktan, daha doğrusu yazıdan) önceki bir “Altın Çağ”ın öğeleriydi. Zamanın akış yönünü geri çevirebilseydik o altın çağa belki dönebilirdik. Bu yüzden, kendimizi bir günah duygusuna kaptırınca, ondan kurtulmak, onun bedelini ödemek gereksinmesini de duyarız.






Yeni mitoloji ile yeni din işte böyle yaratılıyor. Yeni toplum, yalnızca sürgüne gönderilmiş kişilerden oluştuğu için, eskisinden daha açık ve daha esnektir. Belli bir toplumda dünyaya gelmiş olma gerçeği, bireyi kendiliğinden o toplumun üyesi yapmaz, bireyin hemşeriliğe uygun görülmesi de gerekir. Kutsala sığınma, geleneksel büyünün yerini almağa başlar. Aşama ve eriştirme törenlerinde bireyin arınmışlığına, giderek daha fazla ağırlık ve önem verilir. Günah duygusundan kurtulma düşüncesi, dinsel kuramlara, ilahiyata, zevk ve doyumdan kaçınmaya ve bir tür gizemciliğe yol açar. Özveri ve birliktelik, eğer gerçekten öyle idiyseler bile, birer totem simgesi olmaktan çıkarlar, yeni topluma girmenin yolu olurlar. Bir tanrı -hemen hep bir oğul olan ve eski yaratıcı tanrılar soyundan gelen bir tanrı- ölür ama belli zaman aralıklarıyla dirilip geri gelir. Bir verimlilik tanrısıdır o ama aynı zamanda bir koruyucu ve kurtarıcıdır da. Onun kendisini insanlara adaması, ölümün öte başında bizi bekleyen kusursuz toplumun bu dünyadaki bir kanıtı, habercisidir. [Ölümden] sonraki yaşamla ilgili bu umutlar, eski topluma duyduğumuz derin özlemin bir belirtisidir. “Kurtuluş” sözcüğünde “Altın Çağ”a dönüş umudu saklıdır.


Kuşkusuz, bütün bu sayılanları her toplumda, her zaman görmek söz konusu değildir. Bununla birlikte, öyle toplumlar vardır ki hemen en küçük ayrıntısıyla yukarda anlatılan sürece uygun hareket ederler. Sözgelişi, Orfizm’in doğuşunu inceleyelim. Orphe inancı, eski Yunan Dünyası’nda büyük sarsıntılara ve kültürlerin yeniden düzenlenmesine yol açan önemli bir tarih olayından -Achaean Uygarlığı’nın yıkılışından- sonra ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, toplumsal ya da kutsal olsun eski ve geleneksel bağların yeniden kurulması gereksinmesinin sonucu olarak, çok sayıda gizli dernek (tarikat) görülmüştür. Bu derneklerin kurucu üyeleri çoğunlukla kendi köklerinden kopmuş, ama böyle bir yıkıntıya bir kez daha olanak vermeyecek bir örgüt yaratma amacında birleşmiş göçmenlerdi. “Orphans” (2) (yani yetim-öksüz) olmak, hepsinin ortak özelliği ve bu tür kişilere verilen genel bir addı. Burada hemen açıklamalıyım ki, Orphe inancı Yunancada “yetim-öksüz” ya da “boş-hiç” anlamına gelen Orphanos’ sözcüğünden türetiliyordu. Yalnızlık ile yetim-öksüzlük aynı türden boşluklardı - [Yunan düşüncesinde].






Orfik ve Diyonizik dinler -eski dünyanın yıkılışıyla ortaya çıkan öteki proletarya dinleri gibi- kapalı bir toplumun nasıl olup da açık bir topluma dönüştüğünü açıkça gösterir. Suçluluk, yalnızlık ve dua -ya da tapınmayla- temizlenme duyguları bireyin yaşamında nasıl çifte bir rol oynuyorsa, toplum üzerinde de aynı etkileri yapar.






Yalnızlık duygusu -dışarda bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda kaldığımız yere geri dönmek için duyduğumuz derin özlem- bir yer yurt özlemidir. Hemen her toplumda gözlemlenen eski bir inanca göne, orası -özlemini çektiğimiz o kutsal yer (3)- dünyanın merkezi, evrenin göbeğidir. Bazen “cennet” diye de adlandırılır. Ama adı ne olursa olsun, o yer, toplumun gerçek ya da mitolojik yurdudur. Azteklerin inancına göre ölüler, göçmen olarak ayrıldıkları yere, bir kuzey ülkesi olan Miktlan’a dönerler. Kentlerini kurarken, evlerini yaparken düzenledikleri tüm törenler, yaşamın ta başlangıcında kovuldukları o kutsal ocağı bulmaya yöneliktir. Roma, Kudüs ve Mekke gibi dinsel başkentler ya da kâbeler, dünyayı, dünyanın merkezini simgelerler, ama dünyadan da önce gelirler. Bugün bu merkezlere giden hacılar her kavmin kendisine verileceği söylenen topraklara yerleşmeden önce mitolojik geçmişte yaptıklarını yaparlar. Bir eve ya da kente girmeden önce onun çevresinde dolaşma (tavaf) töresi, buradan gelir. Labirent (dolanca) söylencesi de bu tür inançlardan kaynaklanır. Konuya ilişkin çeşitli yorumlara göre, labirent, mitolojik simgeler arasında en anlamlı ve en zengin olanlardan biridir: Kutsal bir bölgenin merkezindeki insanlara sağlık, toplumlara özgürlük veren bir muska; cezasını çekip günahını çıkardıktan sonra mutluluk sarayına giren kahraman ya da kutsal kişi, kentini kurtarmak ya da yeniden kurmak için geri gelen kahraman, bütün bunlar labirent söylencesi ile yakından ilgilidir.






Zeus’un oğullarından Perseus’la ilgili söylencenin gizemli hiçbir yanı yoktur. Oysa Kutsal Çanak’ı [İsa’nın son yemekte kullandığı bardak] arayanların zevkten kaçınma çabaları, gizemci inançlarla çok yakından ilişkilidir: Fisher kralının topraklarında ve insanlarında kısırlığa yol açan günah, kendini arındırma törenleri, ahlak savaşı ve sonunda Tanrı’nın bağışladığı birleşme ya da birlik (vuslat), gibi.






Dünyanın merkezinden kovulduk. Ormanlarla çöllerde, dolancanın yeraltı dehlizlerinde işte o merkezî aramaya koyulduk. Ancak, zamanın yalnızca bir ardışıklık ve değişme olmadığı “zamanlar” da vardı. Öyle bir zaman ki, geçmiş ve gelecek tüm zamanlar onun içindeydi. İnsan, bütün zamanların tek bir zaman olduğu o sonrasızlıktan kovulup dünyaya sürgün edildiği zaman, takvimin (başı sonu, ölçüsü hesabı belli olan zamanın) ve saatın kölesi oldu. Zaman denilen şey dün, bugün ve yarına, saate, dakika ve saniyelere bölününce, insanoğlunun zamanla kurduğu evrensel birlik sona erdi; insan gerçeğin akıp gidişinden koptu, onun dışında kaldı. “Bu an” dediğimizde o an geçip gitmiş, bitmiştir. Zamanın bu türden mekânsal ölçümleri, insanı -sürekli şimdi olan- gerçekten uzaklaştırır; gerçeğin kendini dışarı vurduğu bütün “şimdi”leri, Bergson’un deyimiyle, “gerçek dışı düşlere dönüştürür”.






Bu karşıt düşüncelerin oluşumunu yeterince incelersek, takvim ve tarih zamanlarının bir özgüllüğü olmayan tekdüze bir ardışıklık olduğunu görürüz (4). Takvim hep aynıdır, acıya da zevke de aldırmaz. Mitolojik zamanlar ise, yaşamımızın bütün özgüllükleriyle öylesine iç içe ve diz dizedir ki, sonrasızlık kadar uzun bir soluk kadar kısa, verimli ve kısır, korkunç ya da hayırlı olabilir. Bu gözlem, “sosyal zamanlar” kavramına yol açar. Oysa, yaşam ve zaman tek, büyük ve bölünmez bir birimdir. Azteklerde zaman, mekânla çağrışım yapan bir süreklilikti. Her yeni gün, belli bir mekânsal noktaya bağlı sayılırdı. Zaman-mekân çağrışımı dinsel takvimlerin çoğu için de doğrudur. Fiesta, tarih ya da salt yıldönümünden daha değerli, anlamlı bir şeydir. Fiesta bir olayı kutlamaz, onu yeniden yaratır ve yaşar. Bu yolla, takvim yıkılır ve onun yerine -kısa bir süre için de olsa- sonrasızlık (yaşanan durum) konur. “Altın Çağ” geri gelir. Katolik papazı, kutsal cemaat (Mass) törenini yönettiği zaman, İsa, buraya ve bugüne ulaşır, kendini insana verir ve dünyayı yeniden kurtarır. “Gerçekten inananları” Kierkegaard’ın olmasını dilediği gibi, “İsa’nın çağdaşlarıdır”.






Zamanın akışını durduran olaylar yalnızca söylenceler ve dinsel bayramlar değildir. Aşk ve şiir de bu konuda, yani “ilk zaman” konusunda, bize bazı ipuçları veriyor. Juan Ramon Jiménez, şiirsel anın sonrasızlığı konusunda bakınız ne yazıyor: “Daha çok zaman, daha çok sonrasızlık değildir.” Kuşkusuz, zamanın değişmez bir durum, salt güncellik olarak yaşanması, gerçeğin, kavranılmasından çok, bu akışın usa vurulması demek olan saatle ölçülen zamandan daha eskilere gider.






Zaman kavramımızdaki bu ikilik, tarihle mitos, tarihle şiir arasındaki kimi karşıtlıklarda da görülür. Mitos da -dinsel fiesta’larda ya da çocuk masallarında da gördüğümüz gibi- zamanın tarihi belli değildir. “Evvel zaman içinde...”, “kalbur saman içindeyken...”, “Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken...” diye başlayan öykülerde takvimle bağımlı bir tarihleme yoktur. Başlangıç, bütün başlamaları içine alan ve bizi her şeyin her an yeniden başlayabileceği canlı bir zamana götürür. Mitolojik bir olayı yineleyen ritüeller aracılığıyla, insanoğlu, karşıtların uzlaştırılıp birleştiği bir dünyaya kavuşur. Van der Leeuw’un dediği gibi, “bütün ritüellerde, törenleşmiş, töreleştirilmiş davranış ve olaylarda olayın sanki şimdi ve şu anda yaşanıyormuş imgesi saklıdır.” (5) Okuduğumuz her şiir, bir yeniden yaratış (ya da yaradılış)’tır, yani törensel bir töredir, fiesta’dır.






Tiyatro ve epik de bir tür fiesta’dır. Tiyatro oyununda ya da şiir okumada, günlük zamanın tiktakı durur, ilk (özgün) zaman işlemeğe başlar. Katılma yoluyla bu mitolojik zaman -gerçeği gizleyen tüm zamanların ağa babası- bizim iç ve öznel zamanımızla çakışır. Ardışlıklığın kölesi olan insan, görünmez kafesinden kurtulup yaşayan zamana katılır: Kişisel yaşam dış zamanla özdeşleşir. Çünkü o dış zaman böylece yorulup tükenmeden kendini yaratan salt bir “şimdi”ye dönüşmüştür. Mitoslar ve fiestalar -ister laik, ister dinsel olsunlar- insanı yalnızlığından kurtarıp yaradılış süreciyle yeniden birleştirirler. Bu yüzden -kılık değiştirmiş, gizli ve saklı- mitos, tüm davranışlarımızda etkisini gösterir, yazgımıza etkin biçimde katışır, çünkü bize yaşamla yeniden birleşmenin kapısını aralar.






Çağdaş insan mitoslarının aklın denektaşına vurur -kaç kırat olduklarını görmek için. Yoksul kişi ise onları yok edememiştir. Bilimsel gerçeklerimizin çoğu, ahlaki, siyasal ve felsefi kavramlarımız gibi, mitolojik öğelerle dile getirdiğimiz eğilimlerin yeni biçimde anlatımından başka bir şey değildir. Günümüzde “aklın dili”, adını verdiğimiz bilim, kendi koruyucu kanatları altında barınan mitosları ancak zar zor gizleyebilmektedir.






Ütopyalar -bilimsel görünüşlü açmazlarına karşın özellikle de çağdaş politik ütopyalar- her toplumu, kendisi için bir “Altın Çağ” arama yönünden zorlayan eğilimlerin [sorunların] dışa vurulmasından, dile getirilmesinden başka bir şey değildir. O “Altın Çağ” ki, serüvenimizin başında kovulduğumuz o yere, “Günlerin Günü”nde yeniden dönülecektir. Modern fiesta’lar -siyasal toplantılar, gösteri ve geçit yürüyüşleri ve öteki törensel eylemler- gerçekte, kurtuluş gününün [Hıristiyanlara göre İsa’nın yere inişinin] yakın olduğunu duyuruyor. Herkes, toplumun ilk özgürlük günlerine ve o ilkel temizliğine yeniden dönebileceğini umuyor. O yere vardığımızda, yaşam bizi türlü kuşkularla iyi ile kötü haklı ile haksız, gerçek ile düş arasında bir seçim yapmamız için zorlamayacak. Değişmez şimdiler yani bir “Zaman Krallığı” kurulmuş olacak. Orada gerçek, maskesini çıkarıp atacak, bizler de hem gerçeği hem de hemşerimizi tanımak olanağını bulmuş olacağız.

Kısırlayan ve yozlaşan her toplum kendini kurtarmak için en az iki söylence ve inanç yaratmak zorundadır: 1- verimi artırmak için, 2- yaratıcılığı desteklemek için. Yalnızlık ve günah [sorunu] birlik ve bolluk içinde çözümlenebilir. İçinde yaşadığımız çağdaş toplum da kendi mitoslarını yaratmıştır. Burjuva toplumlarının kısırlığı ya kendi canına kıyma ile ya da daha yaratıcı olan bir katılıma süreciye sonuçlanacak gibi görünüyor. Ortega y Gasset’in deyimiyle “çağımızın sorunu” kısaca budur. Düşlerimizin özüyle eylemlerimizin anlamı işte bu sorunda düğümleniyor.


Çağdaş insan, uyanık olduğuna ve de doğru düşündüğüne inanmak istiyor. Ama bu tür inanç ve düşünceler bizi karabasanlara soktu -akıl aynalarımızda, art arda işkence odalarını gördüğümüz karabasanlardı onlar. Bu karabasandan çıktığımızda, uyanık durumda düş gördüğümüzü ve usçu düşlerimizin dayanılmaz düşler olduğunu belki de fark edeceğiz. Ve ondan sonra, belki de gözlerimizi kapayıp yeniden düş görmeğe başlayacağız.