Doğu ve Batı Literatüründe Beden Zihin İlişkisi
İnsanlığın postmodernizm kavramıyla ilk karşılaşması 1960'lı yıllara rastlamaktadır. Önce edebiyatta, daha sonra 1970'li yıllarda mimaride kendini gösteren bu kavram, Jean-François Lyotard ile birlikte modernizmi sorunsallaştıran ve bir tartışma ortamı yaratan bir kavrama dönüşmektedir. Şöyle ki, 1979'da Jean-François Lyotard'ın yazmış olduğu "Postmodern Durum" adlı kitap, "büyük anlatı"ların artık insanlığın peşinden koşabileceği gerçeklikten çok bir imaja (kurmaca gerçeklik) indirgendiği konusunu gündeme getirmiştir.
Çünkü "Büyük Anlatı"lar, diğer adıyla metanarratifler (Aydınlanma, Tarihselcilik ve İdealizm), öncelikle II. Dünya Savaşı ve ardından Nazi rejiminin neden olduğu kitlesel kıyımlar, daha sonra da Soğuk Savaş yıllarında silah yarışının yarattığı nükleer tehdit gibi yıkıcı, yok edici olgularla birlikte sarsılmış ve böylece modernite projelerinin (evrensellik, rasyonellik, özgürlük vb.) sonunun geldiği su yüzüne çıkmıştır.
Bununla birlikte, Einstein'ın ortaya attığı görelilik kuramı ve kuantum fiziğinin getirdiği belirsizlik ilkesi gibi bilimdeki belli başlı gelişmelerle de evrenin tek bir
gerçeklik üzerinden açıklanamayacağı; evrenin bir
sistemler karmaşasından oluştuğu vurgulanmıştır.
Nietzsche de evrenin bir değil, sayısız anlamı
olduğunu ve bu durumda bilginin tek bir gerçekliğin temsili olduğu tezinin tutarsızlığının altını çizmiştir.
Oysa ki modernizmin çıkış noktası olan Aydınlanma
felsefesi, insanlığın içinde bulunduğu bağnazlıktan, geri
kalmışlıktan kurtarmayı amaçlayan; insanlığın
sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik,
siyasal ve toplumsal bir dönüşüme işaret ederek,
insanlığın gittikçe daha iyi ve üstün bir amaca doğru
hareket ettiğini kabul etmektedir. Modernizmde, bilim
bilgisinin kültür ve gelenekten bağımsız ve öznellikten
arınmış olduğu ve bu bilginin kişiden kişiye ya da
toplumdan topluma değişmeyeceği ileri sürülmektedir.
Kısacası, modernizmin dayattığı gerçeklik anlayışıyla,
kurumlar ve bireyler arasında sınırlayıcı bir usçulukla
çözülemez karşılıklı bağımlılıkların oluştuğu tek boyutlu
olgular yaratılmaktadır. Postmodernizm ise, gerçeklerin
kurmaca yapılarını gösterip, doğruların doğadan doğal
olarak gelmediğini, kültür tarafından kabul ettirildiğini
irdelemektedir. "Mitoslardan günümüze insanlığa gerçeği
anlattığını savunan her türlü yapıt ve anlatım türü, sadece
gerçeğin bir yorumu ve kurmaca anlatımından başka bir
şey olmadığı düşüncesini savunmaktadır."
Özetlersek, postmodernizm genel geçerlilik iddiası taşıyan
önermeleri reddeden; gerçeklik, gerçek, doğruluk
anlayışlarını tartışmaya açan; farklılığı ve çeşitliliği
benimseyen; tek ve mutlak egemenliğe karşı çıkan ve
insanı ruh-beden olarak ikiye bölen anlayışla hesaplaşan
bir yapıya sahiptir. Amaç, modernizm eleştirisi ve yeniden kullanımını sağlamak değil, modernizmin kendisini tanımlamakta kullandığı temel yapıyı yapıbozuma uğratmaktır.
Yapıbozum denilince ilk akla gelen isim, "Jacques Derrida"dır. Derrida'nın yapıbozum anlayışında, gösteren doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir.
Gösteren ile gösterilen arasında birebir karşılıklı ilişkiler yoktur. Çünkü Derrida göstergeyi bir ayrımlaşım yapısı olarak görür; bir yarısı her zaman "orada bulunmaz", diğer yarısı ise her zaman "o değildir". Gösterenler ile gösterilenler sürekli olarak yeni birleşimler içinde ya birbirlerinden koparlar ya da bir araya gelirler.
Anlam, kendi karşısında bütünüyle var olamayabilir ve bunun yerine bütünlüğü sürekli ertelenen bir yapıdan bahsetmek mümkün olabilir. İşte bu bütünlük eleştirisi, yapıbozum estetiğinin en önemli özelliğidir.
Bu noktada gösteren ve gösterilen ikilemine
yola çıkarak, Derrida'nın kendi kimliğimizin güvenliği için
değersizleştirilmiş bir "öteki"nin oluşturulmasına karşı
çıktığını ve bu bağlamda Batı aklının korkunç
hiyerarşilerine meydan okuduğunu söyleyebiliriz.
Bu bağlamda gösteren-gösterilen, ben-öteki ve beden-ruh
arasında bir bağlantı kurmak mümkündür. Çünkü
benliğimizi gösteren ruhumuz, "ötekileştirerek"
gösterilen durumunda kalan bedenimizdir.
Ruh ve beden nasıl bir bütündür? Birbirini yok ederek mi,
yoksa bütünleşmeyen bir bütünlük sağlayarak mı var olur?
Felsefe tarihinde ortaya konmuş pek çok felsefe anlayışı,
beden konusunu hep zihnin karşısına yerleştirerek
düşünmüş, zihne yükledikleri bütün olumlu niteliklere
karşı, salt zihinsel olmadığından bedenseli çoğu
durumda olumsuz niteliklerle birlikte anlamıştır.
Geleneksel
olarak beden ile zihin ayrımının yapılmasına yol açan bu
genel tutumda, beden zihnin doğasını, yetilerini, işleyişini
bozan olarak tasarlanmıştır.
Nitekim beden, daha Eski Yunan felsefesinden başlayarak
yaşam boyunca insan tinini (ruhunu) tutsağı olarak kendi
içinde taşıyan bir kafes olarak görülmüştür. Buna bağlı
olarak filozofların çok büyük bir bölümü, insan tinini
bedenden ya da bedensel olandan ayırarak düşünmeye,
bedeni hep zihinle taban tabana zıt konuma yerleştirerek anlamaya ayrı bir özen göstermiştir. Yine aynı biçimde Orta Çağ felsefesine bütünüyle egemen dinsel ya da tanrı-bilimsel yönelimli düşünüş, Tanrı'nın yüce değerleri karşısında insan bedenini kötülüklerin ana kaynağı olarak görmüş, bedensel istekleri diğer dünyada vaad edilen yaşama ulaşmak adına bu dünyada yerine getirilmesi gereken ödevlerin önündeki en büyük engel olarak değerlendirmiştir. Söz gelimi, insanın ahlaki değerini bütünüyle tinsel yaşamının niteliğiyle ortaya koyan Hristiyan düşüncesi, sürekli bedensel hazların, özellikle de alçaltıcı bulduğu cinsel hazların peşinde koşan bir insanı günahkâr olmakla suçlamıştır.
Bedenin felsefeden dışlanmasına varan bu olumsuz beden
bakışının en iyi görülebileceği yerler arasında "Pitagorasçılık", "Platonculuk", "İdealizm", "Usçuluk",
"Ortaçağ Skolastik Felsefesi" gelenekleri başı çekmektedir.
Buna karşın felsefe tarihinde bedene yönelik bu olumsuz
yaklaşıma, başta "Stoacılık" ve "Spinozacılık" olmak
üzere çeşitli felsefe öğretilerinde kesin çizgilerle karşı
çıkıldığı, zihin ile beden ayrımının bütünüyle yadsındığı,
zihin ile bedenin birbiriyle özdeşleştirilecek denli yakın bir
ilişki içinde kavrandıkları da görülmektedir.
Bunun yanında felsefe tarihinin iki büyük anlayışı, "Maddecilik" ile "İdealizm", beden sorunu karşısında
bütünüyle birbirleriyle karşıt savlar ileri sürmelerine karşın, bu ikisinin son çözümlemede aynı
sonuca varmış olması dikkate değerdir. "Maddecilik"
tinsel kendiliklerin varlığını yadsıyarak zihni tamamen
maddenin bir işlevi olarak temellendirirken, buna karşı
"İdealizm" hem bedeni hem de bedensel öğeleri zihnin
ya da bilincin içerikleri olarak değerlendirir; aslında
her ikisi de sorunu beden gerçeğini bir biçimde yok sayarak
çözüm yoluna gitmiştir. Bu bağlamda, ister zihinde
çözüştürülerek kavranıyor olsun ister maddenin uzantısı
olarak tanımlansın, maddeci ve idealist indirgemeci
yaklaşımların hemen hepsi, tüm yönleriyle bedeni kavrama sürecinde büyük açmazlarla karşılaşmaktadır. Geçmiş felsefelerde "zihin-beden ikiliği" sorunu
çerçevesinde sunulan görüşler dışında, neredeyse bedene
yönelik kapsamlı bir felsefi yaklaşım sunulmamış
olmasına karşın, çağdaş felsefede beden üzerine yapılan
çalışmaların yoğun bir ilgiyle arttığı görülmektedir. XX.
yüzyıl felsefesinde, bedensel süreçlerin işleyişi ile
düşünsel süreçlerin işleyişi arasında hiç de
küçümsenmeyecek bir bağlantı olduğu ortaya çıkmıştır.
Yine bu bağlamda, dilbilimsel felsefelerden fenomenolojik felsefelere, post-yapısalcı felsefelerden hermeneutik felsefelere kadar çoğu eleştirel metafelsefe anlayışı, zihin ile beden
arasında ne amaçla olursa olsun belli bir ayrım yapmanın
felsefi bakımdan son derece yanlış bir tutum olduğunun
altını çizmektedir.
Beden üstüne yapılan çalışmaların doğasında meydana
gelen bu kırılmanın en temel nedeni, öteden beri
metafizik, etik ve varlık bilgisine dayalı varsayımlar doğrultusunda
anlaşılan bedenin; toplumsal, tarihsel ve kültürel
etmenlerin etkisiyle değişen bir kendilik olduğunun
saptanmasıdır. Bu bağlamda post-yapısalcı felsefe, bedeni
nasıl temsil ettiğimizi, bedeni nasıl kurduğumuza yönelik
getirdiği çözümlemelerle beden anlayışımıza önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır. Bununla birlikte, insan bedeninin sadece salt biyolojik olarak verili bir
kendilik olmadığını, her durumda toplumsal olarak kurulup yapılandırıldığını; buna ek olarak, farklı işlevdeki iktidar pratikleriyle bedenin nasıl yapıldığını ve söylemlere işlemiş iktidar rejimleri tarafından bedensel deneyimlerin nasıl yeniden üretildiğini açıkça sorgulamaktadır. Kısaca özetlersek, beden insan ilişkilerinde ve günümüz tüketim kültüründe bir gösterge haline gelmiştir.
Birbiriyle karşılaşan, yüz yüze gelen insanlar aynı zamanda göstergeler topluluğuyla da karşılaşmakta ve bu göstergeler aracılığıyla iletişim ve diyalog kurmaktadır. Bu bağlamda insan bedeni bir gösterge taşıyıcısı durumuna gelmekte, araçsallaşmakta ve tüketim kültürünün bir unsuru haline dönüşmektedir. İşte postmodern bir bakış açısıyla oluşan beden algısı, Jacques Derrida'nın yapı bozum kuramıyla paralellik göstermektedir. Şöyle ki, Derrida (halihazırdaki doğal dillerimiz ölürse) gelecekteki felsefecilerin, geçmişin ve şimdinin felsefecilerinin "temsil" sözcüğüyle kastettikleri şeyin anlayıp anlayamayacağı üzerine düşünürken; yapı bozum kuramını, metinlerin tutarlılığını ve inandırıcılığını baltalayan farkına varılmamış karşıtlıkları ya da ikili gerilimleri ortaya çıkarmak için metinlerin eleştirel okumalarını yapan yaklaşımlar üzerine kurmuştur. Derrida, "sözcük, sözde dışsal bir felsefe sorunu ismi olarak ele alındığı halde, anlamı felsefe tarihi boyunca kökünden değişmiştir ve onun benzer tarzlarda kullanıldığı düşünülüyorsa, hatta hala hakiki bir kullanıma sahip olduğu düşünülüyorsa, bu bir hatadır" diyerek kuramının temelini oluşturmuştur. Ayrıca Derrida, "konuşma ve yazma, zihin ve beden, iç ve dış, iyi..." iyi ve kötü, varlık ve yokluk hatta dişil ve eril" arasındaki zıtlıklar kadar doğal olarak kalması icap eden gizli metafiziksel dizileri göstermekte; günümüzdeki metafiziğin ötesine geçme çabalarını sökmeye amaçlayarak, bu ayırımların eleştirel olarak çözümlenmesi ve bunların kullanımlarındaki ikilemlerin nasıl olumsuzlaşarak muhafaza edildiğini göstermekle ilgilenmiştir. Bu bağlamda post modernist algıdaki beden, Derrida"nın dil çözümlemesi gibi yeniden ve yeniden yapılanır.
Sonuç olarak; günümüz için ( modernizmi eleştiren ama
bir türlü de post modernizmi benimseyemeyen çağımız)
beden ve ruh ikiliğinin bir bütün olarak görüldüğü
söylenebilir belki ama bu noktada yatan en büyük sorun,
artık bedenin dil gibi ( Derrida'nın yapı söküm kuramında
"dil") kurgusal bir boyutta göstergeler aracılığıyla var
olabilen bir unsura dönüşmesidir. Artık beden ve ruh
organik olmayan (kurmaca) bir ortamda karşılaşmaktadır.
Ve bu karşılaşma her defasında yeniden şekillenmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder